18 Ocak 2009 Pazar

Dünya bize tur bindirdi




Dünyada pek az kişinin yaşayabildiği ilginç bir hatıramı, Genç Yaklaşım Dergisi okuyucuları ile paylaşmak istiyorum.Ticaret gemileri ile sefere çıktığımın ikinci yılıydı. II. Kaptan olarak atandığım bir gemiye, İstanbul Boğazı geçişinde katılmıştım. Gemimiz,
Panama Kanalını geçerek sırası ile Kostarika, El Salvador ve Guatemala’ya gidecekti.
Akdeniz ve Atlas Okyanusunu 15 günde geçerek Panama’ya geldik. Burada 3 havuza girerek deniz seviyesinden yaklaşık 100 metre yükseklikte suni bir göl olan Gatun Gölüne çıktık. Yarım günlük bir kanal geçişinden sonra yine 3 adet havuza girerek bu sefer Pasifik sularına indik.
Yükümüzü planlanan limanlara tahliye ettikten sonra, boş olarak Kanada’nın Vancouver limanına hareket ettik. Buradan yüklediğimiz sülfür maddesini Malezya’ya götürecektik.
İşte anlatacağım ilginç yolculuk da böylece başlamış oldu.
Denizde zaman karadakinden farklıdır. Eğer batıya doğru gidiyorsanız günler uzamaya, doğuya doğru gidiyorsanız kısalmaya başlar. Her 15 derecede bir, saatlerinizi 1 saat ileriye veya geriye almak zorundasınızdır. Aksi takdirde yerel saat adını verdiğimiz bölgenin kullandığı saatten farklı bir saati kullanmak zorunda kalırsınız ki, bu durum işlerinizi bir hayli güçleştirecektir. Bu nedenle batıya giderken iki günde bir defa saatlerimizi geri alıyorduk. Yolculuğumuz süresince bir günümüz ortalama 24,5 saat sürüyordu.
Bütün insanlar bir günü 24 saat olarak yaşıyorken bizim yarım saat fazla geçirmemiz tuhaf bir durum meydana getiriyordu. Fazladan yaşadığımız bu saatlerin bir telafisi olmalıydı ve Kanada’dan ayrıldıktan bir hafta sonra bunun bedelini ödemek zorunda kaldık.
179 Derece Batı Boylamının sonuna gelmiştik. Haritalarda “Gün Değiştirme Çizgisi” adı verilen 180 Derece Boylamı yazıyordu ki, bu boylamı geçerken gemi jurnaline bir gün ilave etmek zorunda kalmıştık.
Günlerden salıydı fakat ertesi gün çarşamba olması gerekirken bir gün sonrasını yani perşembe gününü yazmıştık. Anlaşılan her gün fazladan yaşadığımız yarım saatlerin bir bedelini bu noktada ödüyorduk. Sonunda çarşamba gününü hiç yaşamadan yolumuza devam ettik.
Malezya’da gemiden ayrılarak İstanbul’a döndüm. Jules Verne’nin “80 Günde Devri Âlem” romanına nazire yaparcasına 77 gün sonra evime geri gelmiştim. Fakat evime döndüğümde takvime göre 78 gün geçtiğini görüyordum. Maaşımı da 78 gün olarak almıştım. Kısaca söylemek gerekirse bir gün daha az yaşamış ve çalışmış olmama rağmen fazladan 1 gün ilave edilmişti.
İşte bu yolculuğumun diğer seferlerden farklı olmasına bu “Gün Değiştirme Çizgisi” neden olmuştu. Haritalarda “International Date Line” adı verilen bu çizgiden geçen her yolcu, takvimini 1 gün öncesine veya sonrasına almak zorunda kalır.
Ben “böyle bir şey yapmayacağım” diyemezsiniz, zira bulunduğunuz ülkenin tarih ve zamanına uymak zorundasınızdır. Aksi takdirde her şey karışacaktır.
Evet, dünyanın yuvarlak olduğunu böylece test etmiş oldum. Gerçekten de yuvarlakmış! Eğer İstanbul’a döndüğümde yaşadığım gün sayısı İstanbul’dakiler ile aynı olsaydı “dünya yuvarlaktır” denilemezdi. Zira dünyayı enine doğru bir defa dolaşan bir insanın 1 gün daha az yaşaması gereklidir.
Bizde Macellan’ın yolculuğunda olduğu gibi dünyayı batıya doğru giderek kat etmiştik. “Formula 1” yarışlarına benzetecek olursak, dünya bize bir tur bindirmiş oldu. Bu sayede bir gün daha az yaşamış, güneşin doğuş ve batışını bir gün eksik görmüştük.
Macellan, bizden farklı olarak Güney Amerika’nın güneyine inmiş, kendi adı verilen boğazdan geçerek Endonezya sahillerine kadar gelmişti. Bu meşhur Portekizli kaptanın burada talihi yaver gitmemiş, yerliler ile girmiş olduğu çatışmada hayatını kaybetmişti. Fakat denizci arkadaşları seferlerini tamamladılar ve batıya doğru yelken açmışken doğudan ülkelerine dönmüşlerdi.
Bugün hâlâ Macellan’ın gittiği yoldan batıya doğru ilerleyen gemiler var. Zira Panama Kanalı belirli bir büyüklükten sonraki gemilere hizmet veremiyor. Panamax adı verilen gemiler de, işte bu kanaldan geçebilecek tonaja sahip gemilere verilen isimdir.
Dünya ile bir hesabım olduğu kanaatindeyim zira o bana bir tur bindirdi. Eğer bir gün, bu sefer doğuya doğru kat edersem, ben de ona bir tur bindireceğim ve böylece eşitlenmiş olacağız.
Bu noktadan sonra şakayı bir kenara bırakıp, bu ilginç yolculuktan bir tefekkür dersi çıkarmak istiyorum. İşte saniyede 30 km. hızla hareket eden ve top mermisinden en az 60 kat daha hızlı hareket eden bir macera dolu dünyada yaşıyoruz.
Dünyamızın kendi ekseni etrafındaki dönüş hızı ise ekvatorda yaklaşık 20 km. civarındadır. Ses hızının saniyede yaklaşık 0.2 km. olduğunu düşünecek olursak, muazzam bir sürattir bu. Örnek verecek olursak, dünyanın yanında Ay kadar büyük bir insan bağırsa süratinden dolayı dünyaya sesini ulaştıramaz. Keza top mermisinden de 60 kez daha hızlı hareket ediyoruz. Fakat gelin görün ki, dünya üzerinde yaşayan insanların ne başı dönüyor, ne de okyanuslar, denizler göğe savruluyor. Çok hassa bir denge ve muntazam bir gemi üzerinde hareket ediyoruz.
Bu geminin kazan dairesi yok, lakin çekirdek ve manto adı verilen cehennem gibi erimiş metallerden oluşan bir yapısı var. Bazen gafil insanları uyandırmak için lavların yeryüzüne çıktığını görüyoruz. Dünyanın büyüklüğüne göre incecik bir tabaka olan yeryüzü kabuğunun insanların yaşayabileceği şekilde korunması, hiç de tesadüf olacak bir şekilde değildir.
Cenab-ı Allah’ın kudret ve tasarrufunda bulunan zeminimiz gemilerin hareket ettiği deniz üstünde değil ama binlerce derece sıcaklıktaki erimiş sıvı metal denizlerinin üzerinde yüzmektedir.
Yukarıda ilginç gelebilecek bir yolculuğu anlatarak bu yolculuktan binlerce kat daha fazla ilginç ve mu’cizevî olaylara sahne olan dünya yolculuğuna dikkati çekmek isterdim. Eğer bir parça muvaffak olabildimse ne mutlu bana. Sözümü Bediüzzaman’dan aldığım bir cümle ile noktalamak istiyorum:
“Gözlerini kapayanlar, gündüzü sadece kendileri için geceye çevirebilirler”, vesselam…


© GencYaklasim.com

Denize kilit vurmak: Cebelitarık




Denizlere hâkim olan cihana da hakim olur demiş, Hızır Hayrettin Paşa. Gerçekten de dünyanın dörtte üçünün denizlerle kaplı olduğu keşfedilince Barbaros’un sözlerinin haklılığı ve strateji konusunda büyüklüğü daha iyi anlaşılmaya başlamış.
Fakat öyle kara parçaları vardır ki, denizlere adeta bir kilit vurur. Gelibolu yarımadası gibi... Çanakkale’nin karşısında küçük kasabaya Kilitbahir denmesinin nedeni de bu olsa gerektir. Zira Gelibolu yarımadası bir zamanlar Karadeniz’in kilidi olmuştur. Koca İngiliz ve Fransız donanması bu küçücük kara parçası için aylarca mücadele etmiş, fakat sonu hüsran ile biten bir savaş sonucunda bu kilidin denizgücü ile aşılamayacağını anlamıştı.
Nitekim yüz binlerce asker ile tekrar saldırdılar. Bu defa karadan geliyorlardı. Sonunda Türk askerinin imanlı gücü sayesinde yine yenilgiye uğradılar. Karadeniz ve Çarlık Rusya’sı elden gitmişti. Müttefikler güçlü bir ordudan yani Ruslardan mahrum olarak savaşa devam etmek zorunda kalacaklardı. Fakat ABD ve İtalya’yı elde etmeyi başarmışlardı. Almanya ve Avusturya’da komünistler büyük grevlere başlamış, bu ülkelerin savaştan yenik çıkmalarına neden olmuşlardı.
Gelibolu gibi başka bir yarımada, Gibraltar’da Akdeniz’e kilit vurmaktadır. Küçücük bir yarımada olan Gibraltar, II. Dünya Savaşında İngilizlerin deniz hâkimiyetini sağlamasında büyük bir rol oynamıştır. Akdeniz’in birçok kıyısını ele geçiren Almanlar bu kilitten mahrum kaldıkları için deniz hâkimiyetini ele geçirememiş ve savaştan yine yenik çıkmışlardır.
Gibraltar ya da eski ismiyle Cebelitarık’a iki defa gittim. Bir defasında makine parçası onarımı için, diğerinde ise yakıt alımı için bu küçük toprak parçasını ziyaret etme fırsatı buldum. Bu yazıda da izlenimlerimi sizinle paylaşmak istiyorum.
Tarık bin Ziyad, bu toprak parçasına adımını attığı zaman gelmiş olduğu gemileri yakmıştı. Zira geri dönmeyeceğini kararlı bir şekilde göstermiş oluyordu. Hicri 2. yüzyıl miladi 811’deki bu olaydan sonra Müslümanlar İberik Yarımadasına yerleşmişler ve bu bölgede büyük bir İslam medeniyeti kurmuşlardı. Yaklaşık 800 yıl boyunca devam eden Endülüs Emevi uygarlığı, Avrupalıların ortaçağ karanlığından kurtulmasına neden olmuştu.
Temizlik kültüründen bihaber Avrupalılara, Endülüs öğretmen olmuş yüz binlerce insanın salgın hastalıktan ölmesinin önüne geçmişlerdi. Zira o dönemde Avrupalılar o kadar cahil idiler ki, mikropların varlığından habersiz, hastalıkların nedenini cinlerin insanın içine girmesi olarak zannediyorlardı. Doktor olarak büyücüler vardı ve bazen insanları yakarak hastalıkları önlemeye çalışıyorlardı.
Pozitif bilimlerde de Avrupa zırcahil idi. Sıfır sayısı bilinmiyordu ve hâlâ Romen rakamları ile toplama çıkarma yapmaya çalışıyorlardı.
Bu büyük uygarlık sekiz asır sonra çöktü ve hiçbir Müslüman kalmayacak şekilde engizisyon mahkemeleri ile yok edildi. Şimdilerde yeniden Endülüs Uygarlığı araştırılıyor. Avrupa’nın gelişmesindeki önemli rolünden dolayı araştırmacıların hayranlığını kazanmış durumda.
Gibraltar’a, İngiliz dominyonu olmasına rağmen, küçük bir devlet de denilebilir. Köşesinde Britanya Krallığı sembolü olan beyaz zemin üzerinde hisar şeklinde bir bayrağı vardır. Bu ülkeye niçin Gibraltar (cibraltar diye okunur) denilmiş, biraz da o konuya değinmek yerinde olur..
Asıl ismi Cebeli Tarık olan bu yarımada İngiliz dilinde bozularak Gibraltar adını almış. Peki, neden acaba Ceziretül Tarık değil de Cebeli Tarık, yani yarımada değil de dağ denmiş biliyor musunuz? Çünkü bu yarımada üzerinde adeta yekpare bir taşa benzeyen bir dağ var. Dağın batı tarafı küçük bir körfeze bakıyor ve tek yerleşim yeri de burada bulunuyor. Bu ülkeye şehir-devlet denilebilir zira başka bir yerleşim yeri yok.
Cebeli Tarık oldukça yüksek bir dağ. Belirli bölgelerde denize 90 derece eğimle iniyor yani sarp uçurum. İngilizler bölgede su imkânı kısıtlı olması nedeniyle dağın yamacına yağmur göletleri kurmuşlar. Ayrıca dağın içi tünellerle dolu.
Dağın tepesinde askeri gözlemevi var. Stratejik önemi dolayısı ile İngiltere bu yarımadayı hiçbir zaman gözden çıkarmamış. Burada İspanya ile kavgalı olmasına rağmen toprağından asla vazgeçmek istemiyor.
İspanyolların İngilizlerden nefret ettiğini anlamak için uzman olmak gerekmiyor. Zira Yarımada her taraftan ablukaya alınmış. Karadan giriş çıkış son derece sınırlı. Genellikle deniz ve hava yolu ile giriş çıkış yapılıyor.
İspanya ile sınır neredeyse birkaç yüz metre boyunda. Yarımada ile nötral zon dedikleri ara bölge var. Bu bölgenin hemen yanında denizi doldurarak elde edilmiş küçük bir havaalanı var. Fakat uçaklar devamlı inip kalkıyor. Zira ada geçimini daha çok turizmden sağlıyor. Balıkçılık da önemli bir geçim kaynağı olmuş.
Dağın güneyine “Europoint” adını vermişler. İlginç olan şey burada mimarisi çok güzel olan büyükçe bir camii var. Cemaati da var mı bilemiyorum. Çünkü yeterli vakit olmadığı için ziyaret edemedim.
Adada az sayılmayacak Mağripli Müslüman yaşıyor. Şehri gezerken sık sık karşımıza çıkıyorlardı, selamlaşıyorduk. İşyeri sahibi olanları da var. Akşam ezanını duydum fakat camiye yetişmek kısmet olmadı. Yakıt alımı bittiği için gemiye dönmek zorundaydım. “Bir başka sefere nasip” diyerek ayrılmam gerekti. Bu arada küçük alışverişler de yapma fırsatı buldum. Beraber gezdiğimiz elektrik zabiti kulübeden telefon ediyordu. Babası sormuş Cebeli Tarık neresidir diye? Ben de “Fas ile İspanya arasında bir yer” dedim. Bir anda dükkân sahibi elini ağzına götürerek yavaş sesle konuşmamızı istedi. Elektrik zabiti şaşırmıştı. Bana İspanya adını telaffuz etmememizi söyledi.
Daha sonra dükkân sahibine İngilizce olarak “Niye?”diye sordum. Bana İspanya’nın adını anmanın iyi olmadığını, sorun çıktığını anlatmaya çalıştı. Demek ki İspanyollarla ciddi problem yaşıyorlar. İspanyolların güneylerinde bir çivi gibi duran bu ülkeden şikâyet etmeye hiçbir hakları yok. Zira kendileri de Ceuta ve Melila’da Fas devletinden kara parçası almışlar. Gibraltar’a egemenlik vermek istemiyorlar ise, kendilerinin de bu topraklardan çıkması gerekir.
İngilizler Gibraltar’da gerekli nüfus yoğunluğunu sağlayamadıkları için adaya Arap göçmen kabul ediyorlar. Güneydeki cami de bunun bir göstergesi. İspanya’ya karşı Arap kartını ortaya sürüyorlar. Buna mecburlar aksi takdirde adada yaşayacak İngiliz bulamayacaklar. Yukarıda değindiğim gibi İspanyol ablukası çok şiddetli. Ellerinden gelse nefes bile aldırmayacaklar ama, yarımadada uzun yıllar boyunca kendi kendine yetecek kadar stok var. Sularını bile yağmurdan elde ediyorlar. Yakıtımızı ucuz olduğu için buradan aldık. Diğer şeyleri varın siz hesap edin.
İşte Cebeli Tarık boğazına adını veren, Akdeniz ile Atlas Okyanusu arasında böylesine küçücük bir devlet var. İngilizler her ne pahasına olursa olsun buradan vazgeçmek istemiyorlar. Fakat her şeyin başı nüfus. Eğer halk yok ise, toprak parçasını elde tutmak ta o kadar zor. İngiltere sadece Gibraltar’da değil dünyanın birçok yerinde benzer bir sorunla karşı karşıya kalmış durumda. Kanada’dan Avustralya’ya, Güney Afrika Cumhuriyetinden Gibraltar’a kadar yönetimi elinde tutmak için insan unsuruna ihtiyaç duyuyor. Bu konuda en büyük desteği Müslümanlardan alıyor. Çünkü Müslümanlar diğer toplumlara göre daha medeni ve uysal. İngiltere Veliahdı Prens Charles’ın Müslümanlığa ilgi duymasının nedenlerinden biri bu husus olmasın sakın…


© GencYaklasim.com

Denizin rengi




Bir gün kızım annesine şunu söyler: “Anne ağabeyime niçin renkli gözlü diyorsunuz? Ben bakıyorum hep mavi, hep mavi.”Kızım! Türkçe’deki mecaz anlamını bilmediği için böyle söylemişti. Fakat siz hiç düşündünüz mü?
Denizlere niçin Karadeniz, Akdeniz ve Kızıldeniz gibi isimler verilmiştir. Denizler renkli olduğu için mi böyle deniliyor acaba?
Bir parça tefekküre vesile olması dileği ile cevabını vermeye çalışayım.
Denizin rengi; bulunduğu bölgeye, mevsime, suyun kimyasal özelliklerine ve hatta içinde yaşayan canlılara göre değişkenlik göstermektedir. Suya rengini veren en önemli şey gökyüzü ve gökyüzündeki renklerdir. Eğer gökyüzü mavi ise ultramarine denilen derin mavi rengi, gri bulutlar ile kaplı ise gri rengin her tonu denizin rengini gösterir.
Akşam güneşin batması ile veya sabah doğarken gökyüzünün kızıla boyanması denizin renginin de değişmesine yol açar. Pekiyi bazı büyük denizlere verilen adlar da gökyüzünün aldığı renkten dolayı mıdır?
Pek öyle söylenemez. Zira sahillere yakın sularda ve 50 metreden daha sığ sularda hâkim renk yeşildir. Genelde denizin dibindeki kum sarı renklidir. Gökyüzündeki mavi renkle birleşince yeşil renk ortaya çıkar. İşte sahillerdeki güzellik bu renk kaynaşması ile meydana gelir. Zaten yeşil ve mavi renkler dinlendirici renk diye tarif edilir. Gerçekten de denizlere ve ormanlara bakarak tefekkür ettikçe, insan zihnen dinlenmiş olur. Bu yüzden tatil köyleri genellikle denizle ormanın birbirine karıştığı yerlerde inşa edilir.
Nehirlerin denizle kaynaştığı yerlerde ise denizin rengi kahverengidir. Çünkü toprağın ve alüvyonun rengi, kahverengidir.
Bir zamanlar gemi ile gittiğim Arjantin ve Uruguay arasındaki denizin ve Hindistan’daki Bombay Körfezinin kahverengi olduğunu görmüştüm. Elbette sadece bu bölgelerde değil, birçok delta açıklarında da denizin rengi kahverengidir.
Denizlerde yaşayan bitkiler ve hatta planktonlar da denizin rengini farklı hale getirebilir. Örneğin Kızıldeniz’de yaşayan bir tür canlı organizma aktif olduklarında deniz zaman zaman kızıl bir renge bürünmektedir. Bir ara İzmit Körfezinde de benzer bir canlı türü yüzünden Körfez kızıla boyamıştı.
Bazı denizlerde ve özellikle de Karadeniz’de bol miktarda sülfür bulunur. Bu nedenle özellikle sığ olan sahil kesimlerinde denizin rengi siyahlaşır. Belki de bu yüzden denize Karadeniz denilmiştir.
Denizaltıların Karadeniz’de derinlere dalması pek istenilen bir durum değildir. Zira sülfür oranı dibe daldıkça artar ve denizaltı saçlarının aşınmasını ve paslanmasını çabuklaştırır.
Yeri gelmişken denize renk veren ilginç bir olayı daha söyleyeyim; birçok insan ay ışığının denizde yansımasına “yakamoz” der. Fakat bu isimlendirme çok yanlıştır. Yakamoz ışık yansıması değildir. Yakamoz, hurdebini yani mikroskobik deniz canlılarının ısı kayıpları ile meydana gelen fosfor ışımasıdır.
Yakamoz görmek istiyor isek, mehtap ışığı veya herhangi bir ışığın olmadığı zamanları ve mekânları seçmeliyiz. Zira yakamoz, ışığı sevmez. Zifiri karanlıkta ve özellikle de Hint Okyanusunda, Arap Denizi açıklarında çok görülür.
Yakamoz bazen o kadar yoğun bir şekilde meydana çıkar ki, deniz adeta süt rengini alır. Bembeyaz bir ışıltı her tarafı kaplar. Öyle olur ki, gemilerde vardiya tutan denizciler korkudan içeriye yani dümen evine kaçarlar.
Kısaca denizler, tefekkür için her türlü ihtişam ve güzelliğin bulunduğu mekânlardır. İşlerin yoğunluğundan, dünyevî meşgalelerden arada sırada kurtulup bize cennetin bir numunesi olarak gösterilen bu güzellikleri tefekkür etmek, en akıllıca işlerin başında gelir.
“Ben deniz kenarında yaşamadığım için böyle bir fırsatım yok” diyenlere, denizlere çoğu zaman rengini veren gökyüzüne bakmayı ve tefekkür etmeyi öneriyorum. Gece bir başka, gündüz bir başka güzel olan gökyüzü sahil kenarlarına gitmeyi de gerektirmez. Başımızı bir parça kaldırsak bu eşsiz güzelliği fark edebiliriz.
“Ben tefekkür etmesini bilmiyorum, bana bu konuda yardımcı olur musunuz?” diyenlere, Bediüzzaman’ın adı gibi güzel olan kitaplarını öneriyorum. Tefekkürün birbirinden eşsiz binlerce yolunu bu kitaplar aracılığı ile bulabilirsiniz.
Risale-i Nurları okuma fırsatı bulan her insan, kâinata “Rabbimizden yani bizi terbiye eden Yaratıcımızdan gönderilmiş bir mektup” nazarı ile bakabilir. Bir parça zaman ayırmak, düşünceye dalmak yeterlidir.
Peygamber Efendimiz, tefekkür etmenin bin yıllık nafile ibadet etmekten daha üstün olduğunu buyurmuştur. O halde ne duruyoruz, deniz kenarlarına eğer yoksa kırlara koşalım. Cenab-ı Allah’ın bizlerin okuyup anlaması için göndermiş olduğu mektupları okuyalım. Eğer bunun bir parça tadını alabilirsek eğer vazgeçemeyeceğimizi düşünüyorum.
Ne dersiniz, denemesi bedava…

Vira Bismillah ne demektir?


Bazı arkadaşlarım “Vira Bismillah” başlığı ile ilgili olarak, denizcilik ile ilgili bir şey olduğunu bildiklerini fakat ne anlama geldiğini yazmamı istediler. Başka okuyucuların da merak edebileceğini düşünerek bazı denizcilik terimlerini anlatmaya çalışayım.Vira kelimesi büyük bir ihtimalle Latince bir kelime olup “almak, çekmek” anlamına gelir. Bütün denizciler Alman olsun, Rus olsun vira denildiği zaman ne anlama geldiğini bilirler. Hatta birçok ülkede bu kelimenin kendi lisanlarında karşılığı yoktur. Örneğin Ruslar bizdeki gibi almaya “vira” bırakmaya da “mayna” derler.Denizcilikte yüzlerce kelime Latinceden alınmıştır. Bazı ülkelerin lisanlarından da kelime alınmıştır fakat Ceneviz ve Venediklilerin kullandıkları lisan olan “Latince” en fazla katkı yapan lisan olmuştur.Müslümanlar daha Dört Halife döneminde denizlere açılmışlar, Sardunya, Sicilya ve Kıbrıs gibi Akdeniz’in en büyük adalarını feth etmişlerdi. Keza Türkler de Anadolu’ya geldikten hemen sonra denizlere açılmışlar, Emir Çaka Bey tarafından büyük bir deniz devleti kurmuşlardı. Fakat ne yazık ki Anadolu Selçuklu Hükümdarı Kılıç Arslan ile savaşan bu devlet yenilince Türkler denizcilikte bir müddet duraksama yaşamış Barbaros Kardeşler döneminde ise yeniden dünyanın en önemli deniz gücüne sahip millet haline gelmişlerdir.Denizciliğe Türklerin katkısı oldukça fazladır fakat bu konuda yeterince bir çalışma yapılmamıştır. Gerekli çalışmaların yapılacağını ümit ederek konumuza dönelim.Türklerin en önemli hususiyeti İslâma olan bağlılıklarıdır. Hiçbir millet İslâm uğruna bu kadar çok şehit ve gazi vermemiştir. Kur’ân’da bu husus Rabbimiz tarafından “Ben öyle bir millet göndereceğim ki onlar kâfirlere karşı izzetli ve Müslümanlara karşı da alçak gönüllüdür, onlar Allah’ı sever Allah da onları sever” buyurmaktadır. Tarihte Türklerden başka bu övgü ve senaya masadak olmuş bir millet görülmemiştir.Şehit ve gazilerin mühim bir kısmı da denizcilerdir. Araplardan sonra özellikle Türk denizcileri Akdeniz’i adeta bir Türk Gölü’ne çevirerek, insanların serbest bir şekilde ticaret yapmasına ve inançlarını özgür bir biçimde yaşamalarına imkân tanımışlardır. Hâlbuki daha önceki dönemlerde özellikle Hıristiyan korsanlar bütün sahil şeridinde yaşayan topluluklara zarar veriyorlardı.Türkler, Arap ve Latin denizcilerin tecrübelerinden istifade etmişler denizcilikte bu milletlerden aldıkları kelimeleri de kullanmışlardır. Fakat bu kelimeleri kullanırken bir nevi Müslümanlaştırmışlar, her hayrın başı olan besmeleyi ihmal etmemişlerdir. Örneğin demir alırken sadece “vira” ve demir atarken “funda” dememişler, “vira bismillah ve funda bismillah” emirlerini kullanmışlardır. Hatta deniz askerleri bugün bile atış yaparken sadece “salvo” emrini kullanmaz “bismillah salvo” emrini kullanırlar.Bahriyede görev yaparken ençok sevdiğim şey; gemi komutanının “bismillah salvo” diyerek atış emrini vermesidir. Belki de bu nedenle çok başarılı atışlar icra ettik. Defalarca birinci olup ödüller kazandık.Sivil hayatta da aynı tabirler yine karşımıza çıktı. Demir alırken “vira bismillah” atarken “funda bismillah” emirleri kullanılıyordu. Hiçbir güç Türklerin geçmişleri ile ilgili olan bu derin bağlılıklarını koparmaya yetmemişti. Ezan değiştirilmeye çalışılmış, minarelerden tangır tungur gürültü çıkarılmışken denizcilerin besmelesini değiştirememişlerdi. Askerler yine ‘Allah Allah’ diyor, denizciler besmelesiz işe başlamıyorlardı.Bu memnuniyet verici hadiseyi yazılarımın başlığı için kullanmayı uygun gördüm. Kâzım Bey’e önerdiğim birkaç başlıktan “Vira Bismillah” başlığı uygun görüldü. Ben de seve seve bu başlığı kullanmaya devam ettim.Cenabı Allah, bütün güzel ve hayırlı işlerimizde besmele ile başlamayı nasip etsin, amin.

Denizcinin Tanımı


Kemal Murat Güler isimli bir denizci kardeşimiz “Deniz Haber” adlı internet sitesinde çok güzel bir tarif yapmış. Denizciliğin tarifini yapalım, adlı makalesinde bakın neler söylemiş.“Denizci her şeyden evvel yürekli insandır. Cesurdur... Çünkü başka turlu denizlere kafa tutamaz o.Denizci yaşadığı ortama, yani gemiye ve çalışma arkadaşlarına karşı merttir. Sözünün eridir. Denizin kendiside merttir. Yalanı affetmez hemen yüzüne vurur...Denizci çalışkandır. Tembel denizci bir seferlik yolcudur...Denizci özlem adamıdır. Özler. Özlenir. Kavuşmanın ne güzel bir şey olduğunu ondan daha iyi kimse bilmez...Denizci duygu adamıdır. Şairlerin kıskanacağı doğanın en güzel manzaralarını o görür. O yaşar ilk defa görünen ve bir daha dünyada görünmemek üzere kaybolup giden güzellikleri denizlerde...Denizci bilgedir. Çok okur. Hatta yazar. Sürekli yalnızlığı bazen akil almaz büyüklüğe erişir. Allah’ın yarattığı doğanın ihtişamı karşısında kendini aciz hisseder. Tüm bunlar bilgeliğinin elinde onu hoş görülü ve anlayışlı yapar.İnsanı sever. Yalan ve iftiradan uzak durur.Denizcinin kalbi sevgi doludur. Onu güçlü kılan sevdiklerine olan bağlılığıdır...Denizci dosttur. Arkadaştır, Sefer dönüşü hep o arar arkadaşlarını, dostlarını. Unutulmuşluğunu bilse bile.Denizci nankör değildir. Milyonlarca çeşit canlıyla paylaştığı denizlerini kirletmez... Onu ibadet yeri gibi temiz tutar. Çevre bilinci yüksektir.Denizci için emanet kutsaldır. Gemisi ve taşıdığı yük onun namusudur.Denizci güvenilir adamdır. Binlerce hatta milyonlarca insani ilgilendiren ticari yolculuklar sadece onların ellerine teslim edilir.Denizci paylaşmayı bilir. Adalet duygusu gelişmiştir. Çünkü denizde yaşamın başka türlü olmayacağını bilir. Adalet "kutup yıldızı gibidir geri kalan her şey onun etrafında döner" (Eflatun) sözünü iyi bilir.Denizci iyi bir yurttaştır. Gittiği ülkelerde ülkesini temsil ettiğini unutmaz. O bilinçle hareket eder.Denizci varlığının nedenini kavrayarak ve yaşamın mucizesini anlayarak her gün şükrederek yaşar. Selametini Allahın adıyla anarak dualaştırır. Bunu her gün yapar.Denizci ismini her gün kucağında uyuduğu, uyandığı hatta canını verdiği denizden almıştır... Çünkü onunla özdeştir artık. Oysa karada çalışanlara karacı denmez.Hulasa denizci farklıdır... Ne demişti Yunanlı filozof; insanlar ikiye ayrılır, denizciler ve olmayanlar... Dolayısı ile bu farklılığın önemini algılamak denizci gibi hareket etmek büyük bir sorumluluk gerektirir.Allah bütün denizcilere selamet, karada çalışıp Türk denizciliğine her kademede her sektörde emek veren arkadaşlarımıza da kolaylıklar versin... İyi bir denizci ve daha da önemlisi iyi bir yurtsever olmanın her zamankinden daha fazla önem kazandığı şu günlerde Türk denizcisinin ayrışmasına değil birliğine olan öneme dikkat çekerek yazımı sonlandırmak istiyorum.Sevgiler herkese…”Bu makaleye ben de bir yorum yazarak teşekkürlerimi bildirdim. Ayrıca başka bir denizcinin yazdığı gibi gideceğim her gemide bir nüshasını salonlara asacağım.Kemal Murat Güler kardeşimiz gibi bu sektöre emek veren tüm denizci kardeşlerime hayırlı seyirler diler sahili selamete kavuşmalarını Yüce Rabbimden niyaz ederim.

Donanma elektrik lambaları


Bahriyede iken bayram günleri “tenvirat” adını verdiğimiz gece aydınlatması yapardık.
Ben yaklaşık dokuz yıl muhrip tipi gemilerde görev yaptım. Bu tip gemiler bizim savaş gemileri içinde en büyüklerindendi. Fırkateyn adını verdiğimiz gemiler inşa edilmeden önce donanmanın en güçlü
gemilerinden olması hasebiyle, muhriplerde çalışmak bir ayrıcalık sayılırdı.
Donanmada sadece iki muhripte güdümlü mermi vardı. Bunların birinde güdümlü mermilerden sorumlu Silah Elektronik Subayı olarak görev yapıyordum. Aradan yirmi yıl geçmesine rağmen kullandığımız “Harpoon- Mızrak” güdümlü mermisi bugün bile kendi sınıfının en güçlü mermileri arasında yer almaktadır. Bu mermi ile ilgili üretici firma yetkilileri dâhil olmak üzere birçok uzmandan çeşitli eğitimler aldım.
Görevimin ayrıcalığı ve gemimizin özellikleri nedeniyle pek keyifli anlar yaşamıştım. Bunlardan bir tanesi de işte bu “tenvirat” ışıklandırmasıdır.

Sadece İstanbul’un değil, İzmir ve Çanakkale’nin önemli günlerinde şehrin karşısına demirler, fenerlerimizi yakardık. Bediüzzaman’ın “donanma elektrik lambaları” şeklinde ifade ettiği tenvirat aydınlatması çok güzel bir manzara oluştururdu. Ayrıca havai fişek ve maytapları ateşleyerek daha da güzel bir manzara meydana getirirdik.

Yeri gelmişken havai fişek atılması ile ilgili bir hatıramı aktarayım:
18 Mart Çanakkale Zaferi ile ilgili kutlamalar esnasında gemimize onlarca havai fişek gönderildi. Bu fişekler ısıdan kolayca etkilendiği için, çok dikkatli bir şekilde muhafaza edilmesi gerekiyordu. Muhafaza ve atılması görevi bana verilmişti. Muhafaza edilmesi bizim için kolaydı zira binlerce adet cephaneyi depoluyorduk. Lakin havai fişek atılması için hiçbir tecrübemiz yoktu. Sadece çocukken füze adını verdiğimiz küçük şeyleri atar, eğlenirdik.

Şimdi ise düzenli bir şekilde onlarca havai fişeği atmam gerekiyordu.
Sonunda kola şişelerinden ve kasalarından bir çeşit rampa yaptım. Geminin “kıçüstü” adını verdiğimiz geniş bir alanında bunları sırayla dizdim. Gece olup ateşleme zamanı gelince sırayla ateşledim. Görüntü gerçekten çok güzel olmuştu.
Gemiler, tenvirat aydınlatması ve havai fişek gösterisi ile çok güzel bir manzara meydana getirmişlerdi. Ertesi gün gemimizi ziyarete gelen sivil ve askeri yetkililer kutlamanın gerçekten adına yakışır bir biçimde olduğunu söylediler. Biz de yaptığımız işten oldukça keyif almıştık.

Şimdi yine gemilerde çalışıyorum. Fakat savaş gemilerinde değil ticaret gemilerinde. Görevim gereği denizi gözlemek ve emniyetle seyir yapmak zorundayım. Bizler sadece gündüz değil gece de seyir yaparız. Elbette gece boyunca gökyüzü, bütün haşmeti ile gözlerimizin önünde bir tefekkür kaynağı olarak yer alır. Öyle ki bu manzara bizim bayramlarda yaktığımız tenvirat aydınlatmasından veya havai fişek gösterilerinden daha muazzamdır.

Kur’an’da “Üstlerindeki göğe bakmazlar mı, onu nasıl bina edip süsledik…” ayeti insanın tefekkür için nazarlarını gökyüzüne çevirmesini istemektedir. Gerçekten de gökyüzü fevkalade güzel manzaraları bize sunmaktadır.

Her şeyden önce binlerce yıldız ve gök cismi onca süratine rağmen hiçbir uğultu ve velvele çıkarmıyor. Gayet derin bir sessizlik ve sükûnet içerisinde yollarına devam ediyor. Bir helikopter gemimize gelmişti de gürültüsü kulaklarımızı sağır edecekti. Hâlbuki dünyamızdan binlerce kat büyük ve mermi hızından elli hatta yüz kat hızlı hareket eden yıldızlar kulağımızı rahatsız edecek hiçbir gürültüyü çıkarmıyorlar.
Gökyüzüne bakıldığında mükemmel bir nizamın olduğu en inançsız kişinin bile inkâr edemeyeceği bir gerçektir. Mükemmel bir nizamın bulunması, gök cisimlerinin belirli bir düzen içerisinde hareket etmesi, Celal sahibi bir Sanatkârı ve Kemal sahibi bir kudreti gösterir. Gök cisimlerinin bu derece büyük ve hızlı olması yaratıcımız olan Allah’ın güç ve azametinin büyüklüğüne birer delildir.

Dünyamız bir “Mevlevi”nin hareketine benzer şekilde hem kendi etrafında hem de güneş etrafında dönmektedir. Bu dönüşü yaparken tıpkı bir Mevlevi gibi boynunu eğmektedir. Biliyorsunuz eliptik denilen bu eğim sayesinde mevsimler meydana gelmektedir. Her mevsim milyonlarca canlının dünyaya gelmesi ve bir kısım canlıların istirahata çekilmesi için önemli bir safhanın başlangıcıdır. Eğer mevsimler olmazsa dünyanın ekonomik düzeni dâhil birçok dengesi alt üst olacaktır.

Malumdur ki miladi takvim mevsimler üzerine bina edilmiştir. Hasat zamanı alınan vergileri düzenli bir hale getirmek üzere Vatikan’daki Papalık tarafından icat edilmiştir. Fakat dünyanın hareketindeki dakik nizam ve saniye şaşmayan düzeni başlangıçta anlaşılamadığı için, Papalık defalarca takvimi değiştirmek zorunda kalmıştır. En son kullanılan takvime göre, Şubat ayı dört yılda bir 29 gün yapılarak mevsimlere göre takvim meydana getirilmişti.

Müslümanların takvimi ise hasat zamanına göre belirlenmemiştir. Yine Kur’an’a göre, bin aydan hayırlı olan mübarek gün ve geceler gibi önemli günlerin doğru bir şekilde belirlenmesi üzerine hesaplanmıştır. Bunun için ise sema kubbesindeki Ay, her akşam başka bir görüntü sunarak Müslümanlara takvimcilik yaptırmaktadır.

Ay, öyle muntazam bir şekilde hareket etmektedir ki, bir saniye bile yolundan şaşmaz. Eğer şaşsaydı dünyadan görünmeyen yüzünü görmüş olacaktık. Fakat ne muntazam bir hareket ki sadece bir yüzünü görebiliyoruz. Zira kendi ekseni etrafındaki hareketi ile Dünya çevresindeki hareketi aynı sürededir. Yani bir günü ile bir yılı eşittir. Böylesine dakik bir hareketin tesadüfen olması mümkün müdür?

Sadece Ay değil, bütün gök cisimleri düzenli bir şekilde hareket etmektedir. Hatta onların bu düzeni sayesinde maceralı yolculuklara çıkan eski denizciler mevkilerini tayin etmişler, ıssız denizlerden kaybolmaktan kurtulmuşlardır.

Bugün bile kaptan olacak denizcilere astronomik seyir dersi verilir. Yıldızlara göre mevki koyamayan kaptan adayı ehliyetini alamaz. Bir zamanlar özel bir denizcilik okulunda astronomik seyir dersleri verdiğim için, bunun ne derece önemli bir konu olduğunu biliyorum.

Evet, nasıl ki bayramlarda sadece bizim donanmamız değil bütün dünyadaki askeri gemiler tenvirat yakarak kutlamalara iştirak eden insanlara adeta gülümserler. Aynen bunun gibi, her gece milyarlarca yıldız bizlere gülümseyerek bakmaktadır. Onların sanki bir tören geçişine benzeyen bu gösterilerini hiç olmazsa haftada bir iki gece seyredelim. Yıl boyunca –özellikle yazın- televizyon gibi insanı aptallaştıran bir aletin karşısında bulunmak yerine yıldızların altında tefekkür etmeye çalışalım, ne dersiniz?
Sözümüzü Peygamberimizin(asm) sözü ile noktalayalım: “Bir saat tefekkür bin yıllık nafile ibadetten hayırlıdır.”
© GencYaklasim.com

Şu Şubat'ın çektikleri





Geçtiğimiz ay, Müslümanlar dinimizde çok önemli bir yeri olan kurban bayramını kutladılar. Lakin bayram günü hakkında uyuşmazlık vardı. Ülkemizde ve bir kısım İslam ülkesinde 31 Aralık’ta bayram yaparken, birçok Arap ülkesinde ve Arabistan’da 30 Aralık’ta bayram yapıldı.
Cuma hutbesinde imam efendi, Müslümanların her konuda ve özellikle de takvim konusunda birlik ve beraberlik içinde bulunması için dua etti. Biz de cemaat olarak duaya iştirak ettik. Bu duamızın kabulüne vesile olması dileği ile yazımı takvim konusuna ayırmak istiyorum.
Biz Müslümanlar takvimlerimizi Kamere, yani Ay’a göre ayarlarız. Başta Avrupalılar olmak üzere birçok ülke ise Güneş’i esas alarak takvim yaparlar.
Güneş takviminin özelliği gereği mevsimler hep aynı zamana gelir. Bu sayede çok eski yıllardan beri vergiler hasat zamanında toplanabilmekte mevsim şartları dikkate alınarak planlamalar yapılmaktadır. Fakat yıldönümleri için belirli bir düzen olduğunu söyleyemeyiz. Zira miladi takvim yani güneşe göre düzenlenen takvim o kadar çok değiştirilmiştir ki, yıldönümlerinin aynı güneş yılı tarihine uygun olması mümkün değildir.
Bu değişikliklerin başlangıcı bir yılın 365 gün olmadığının farkına varılması ile olmuştur. Güneş yılının 365 gün 6 saat olması nedeni ile Şubat ayına dört yılda bir gün ilave edilerek çözüm bulunmaya çalışılmıştır.
Yanlışlığın farkına şu şekilde varılmıştır: Roma kilisesi vergi toplama döneminin kış aylarına rastlaması nedeni ile takvimde bir hata olduğunu anlamıştı. Başlangıçta 6 saatlik bir fark küçük olmakla birlikte yüzyıllar geçince zaman farkı 3–4 aya kadar varmıştı. Sonunda imparatorlar gibi sorunu çözdüler. Bu tarihte bir yıla ilave günler hatta aylar kattılar. O yıl sene 365 gün değil de yaklaşık 400 gün sürdü. Fakat hasat zamanı yaz aylarının sonuna denk gelmişti işte.
Roma imparatorları bu takvimle oynayabiliyordu. Mesela Sezar, adını verdiği aya bir gün ilave ederek 31 gün yapmıştı. İmparator Augustus, benim adımı verdiğim ay Sezar’ınkinden az olamaz benimki de 31 gün olsun deyince, Ağustos ayı da 31 gün oluvermişti. Kabak hep Şubat ayının başında patlıyordu. O zaman yılın son ayı olan Şubat ayından kesile kesile 28 gün kalmıştı. Neyse papazlar dört yılda bir olsa da bir gün ilave ediyorlardı.
Katolik kilisesinin yöntemleri ile bugünlere geldiğimiz miladi takvim işte böyle. Bu takvime göre yıldönümü, örneğin Hz İsa’nın doğum günü güneş yılı hesabı ile bulunamaz. Zira hem takvimle çok oynanmıştır, hem de bir yıl 365 gün 5 saat 48 dakika 46 saniyedir. Yıldönümleri ancak yaklaşık bir tarih denilebilir.
Fakat Müslümanlar kameri aylara göre takvimlerini düzenlerler. Kameri aylarda değişiklik olmaz. Zira Ay’ın hareket muntazamdır ve sabittir. Ayrıca çok kolay gözlem yapılarak takvim belirlenebilmektedir.
Bu hususu şöyle izah edebiliriz. Dünya Ay’ın sadece bir yüzünü görmektedir. Zira Ay’ın kendi ekseni etrafındaki dönüşü ile Dünya etrafındaki dönüşü aynı zamandır. 27 gün 7 saat 43 dakikada Ay’a göre, hem bir yıl, hem de bir gün olmaktadır.
Ne ilginçtir ki, Ay kendi ekseni etrafında bir saniye geç dönse veya dünya etrafında bir dakika fazla dönse görünmeyen yüzünü görme imkânımız olacak. Şu halde ancak Ay’a gönderilen uzay araçları ile bize görünmeyen yüzünün şeklini görebiliyoruz.
Elbette bunun bir hikmeti vardır. Biz hikmetinin anlaşılmasını astronomlara ve ilim adamlarına bırakıp takvim meselemize dönelim.
Kameri ya da hicri takvim Ay’ın dünyadan görünüş evrelerine göre düzenlenmiştir. Bir yıl 12 ay olup bir ay 29 gün 12 saat 43 dakikadır. Bu süreye Ay’ın evreleri de denir. Dilimizdeki ayın ondördü gibi parlak deyimi de bu husustan ileri gelir. Yani dolunay gecesine verilen addır.
Hicri takvimin ilk ayı Muharrem son ayı ise Zilhiccedir. Adı üstünde hicret edilen yıl ile başlanmıştır. 20 Ocak Cumartesi günü hicri yılbaşı olup 1428’e girmiş olacağız.
Hicri takvimin miladi takvimine göre üstünlüğünü yıldönümlerini nazara vererek açıklamaya çalışmıştık. Tekrar etmek gerekirse değişiklikler nedeni ile Hazreti İsa’nın doğum gününü belirlemenin neredeyse imkânsız olduğunu ifade etmiştik. Fakat kameri takvime göre Peygamber Efendimizin (asm) doğum gününü belirlemek çok kolaydır. R.evvel ayının 11. gecesi Mevlid kandilidir. Keza Kur’ân ayeti ile sabit olan 80 yıldan daha hayırlı Kadir gecesi Ramazan ayının 27. gecesidir.
Müslümanlar hasat zamanını ve mevsimsel şartları ikinci plana iterek mübarek gün ve geceleri esas almışlar ve hicri takvimi kullanmışlardır. Zira bu günlerin farkında olmamak büyük bir kayıp demektir.
Madem takvim önemlidir ve madem Cenab-ı Allah, Dünya, Güneş, Ay ve Gezegenleri bir nizam ile hareket ettiriyor, Müslümanlar neden ihtilafa düşüyor? Çözüm nasıl olabilir?
Bundan yıllarca önce Müslüman ülkeler toplantı yapmış takvim birliği ile ilgili temel değerler kabul edilmişti. Diyanet İşleri Başkanlığı da bu konuda hassas davranmış konusunda uzman değerli ilim adamları ile toplantılara katılmıştı. Halen de kılı kırk yararak takvim hazırlamakta ve alınan kararlara uygun davranmaktadır.
Bediüzzaman, kendisine sorulduğu zaman, Diyanet’in hazırladığı takvimi esas aldığı söylemiş ve uygulamıştır. Zamanın büyüğüne itimat ederek tartışmalardan çekinmeli, birlik ve beraberliği temin edecek şekilde hareket edilmesi gereklidir. Aksi halde uhuvvet ve kardeşlik duyguları zayıflamış olacaktır.
Bazı Arap ülkeleri ile takvim konusundaki ihtilafın nedeni ayın başlangıç gününün farklı anlaşılmasından kaynaklanıyor olabilir. Malum kameri aylar bir ay 30 gün bir ay 29 gün olarak belirlenmektedir. Teknolojideki gelişmeler sayesinde Ayın gözlenmesi kolaylaşmış hangi ayın 29 hangi ayın 30 gün çekeceği rahatlıkla anlaşılmıştır. Zaten matematikle saniyesine kadar hesaplanabilmektedir.
Denizcilerin astronomik seyir yapabilmesi için yüzyıllardır almanaklar hazırlanır, Güneşin, Ay ve yıldızların konumları önceden belirlenerek kitaplara yazılırdı. Bugün dahi gemilerde o yıla ait almanakların bulunması zorunludur.
Ben yıllar önce özel bir okulda “astronomik seyir” dersleri vermiştim. Bu nedenle konunun inceliklerini ve ne kadar muazzam bir düzen içinde yaşadığımızı meslektaşlarıma nazaran bir parça daha fazla idrak edebiliyorum. Evet, gerçekten de nizam o kadar dakiktir ki yıldızların mevkilerinden deniz ortasındaki yerimizi tesbit edip yolumuza devam edebiliyoruz. Eğer gelişigüzel ve tesadüfî hareketler olsaydı astronomik seyir uygulanamazdı.
İşte yıldız ve gezegenlerin bu kadar muntazam hareketleri nedeni ile hesaplama yönteminin kolaylığını anlamış olduk. Zaten Peygamber Efendimizin (asm) hesabî yöntemle mübarek gün ve gecelerin belirlenmesini ifade eden hadisler mevcuttur.
Suudi Arabistan’da bahşiş almak maksadı ile Ay’ı gördüğünü söyleyip daha sonra gerçek olmadığı anlaşıldığı için yeniden oruç tutturulduğuna yıllar önce tanık olmuştuk. Gözleme dayalı hesaba da cevaz verilmekle birlikte birlik ve beraberliği sağlamak için hesabi yönteme daha fazla itibar edilmesinin daha doğru olacağını düşünüyorum.
İnşallah, takvim konusunda Müslümanlar lüzumsuz olan inatlaşmayı bırakır ve aynı günde oruç tutmaya başlar, bayram namazını kılar. Mevcut durum bizleri gayrimüslimler nezdinde küçük düşürmektedir. Belki de fitne ile iş gören dessas Avrupalıların oyununa geliyoruz. Bu nedenle konferanslarda alınan kararlara uyarak birlik ve beraberliği temin etmeye çalışmak, her samimi Müslüman’ın görevi olsa gerektir.
© GencYaklasim.com

Yelkenli tekne

Bahriye mektebinde iken mecburi olduğu için bir spor branşında yer almak zorundaydık. Bende yelken takımını seçmiştim. İlk yıl tekne sayısı az olduğu için herhangi bir tekne alamadım ama ikinci yıl bir “Finn” sınıfı üçüncü yılda ise “Star” sınıfı teknem oldu.
Rüzgâr olmadan yelkenli tekne hareket etmez. Fakat bu basit gerçeği anlamam için bir buçuk yıl geçmesi gerekti. Zira bir arkadaşıma kendisini teknemle Heybeliada’nın güneyindeki “Çam Limanı” götüreceğime söz vermiştim. Nitekim götürdüm. Fakat güneyde rüzgar olmadığı için tekne ile beraber kalakalmıştık.
Centreboat adı verilen bu teknelerde kürek falan bulunmaz. Tek hareket gücü yelkendir. Eğer rüzgâr olmazsa yelkende sadece bir bez parçasından ibaret kalır ve hiçbir işe yaramaz.
Balıkçılardan yardım istediysek de sesimizi duyuramadık. Bereket okulun limanında görevli askerler bir teknenin dönmediğini haber verdiler ve bizde yardıma gelen işkampavye (bahriyede kullanılan motorlu tekne) sayesinde okula dönebildik. Gerçi işkampavye bizi sadece birkaç yüz metre çekmişti ve rüzgârı alır almaz teknemiz hareket etmeye başladı ve yolun çoğunu teknemizin yelkeni ile kat edebildik.
Sonunda okula geri gelmiştik lakin hava kararmıştı ve yemek saati de geçmişti. Askerî okuldaki disiplin kuralları gereğince geç döndüğümüz için ceza almamız söz konusu olabilirdi. Rüzgârın azizliğini anlatıp paçayı kurtarmayı başarmıştık.
İnsanlar rüzgâr olmadan teknenin hareket etmeyeceğini bilir de, teknenin rüzgâra karşı nasıl ilerlediğini anlamakta güçlük çeker. Bu yazımızda bir parça bu konuya değinmek isterim.
Yelkenli tekneler rüzgârın estiği yöne doğru olmasa da 30 derecelik açı ile ilerleyebilirler. Yani 30 derece sancağa (sağa doğru) ve 30 derece iskeleye (sola doğru) zigzag çizerek rüzgârın estiği istikamete doğru yol alabilirsiniz.
İlk bakışta insanın aklını karıştıran bu olay aslında basittir. Zira burada rüzgârın yönü yelken sayesinde değiştirilmekte ve tekneyi kullanan serdümenin becerisi sayesinde rüzgâra karşı gidilmektedir. Tekneyi hareket ettiren rüzgâr gücü, önce yelken aracılığı ile kontrol edilerek yön değiştirilir ve teknenin direğine iletilir. Daha sonra direk aracılığı ile tekne hareket eder. (Şekilde görüldüğü gibi)
Bahriye mektebinde yelkenli tekne ile ilgili ilginç olaylar yaşadım. Bunlardan bir tanesi bu Finn sınıfı tekne ile devrilmiş olmamdı.
Bir kış günü (kasım ayı) rüzgâr şiddetli olduğu için okulun limanından dışarı çıkılmasına müsaade edilmemişti. İç liman adını verdiğimiz yerde teknelerimizi kullanıyorduk. Neredeyse bütün tekneler denize açılmıştı. İç limanda birbirimize çarpmamak adına çok güç anlar yaşıyorduk. Nitekim bir ters manevra sonrasında teknem devrildi.
Yan yatan tekneden suya düştüm. Fakat tekneyi çevirebileceğim aklıma geldi. Denemekte yarar var diyerek, yan yatmış olan teknenin salması üzerine çıktım. Salma’yı (Salma yelkenli teknelerin dik durmasına yarayan teknenin altına doğru uzayan bir demir parçasıdır) vücut ağırlığım ile yatarak tekneyi düzeltmeye çalıştıysam da düzelmedi fakat yelken direği bir parça havalanmıştı.
Tekrar denemeye karar verdim. Fakat bu sefer tekneyi rüzgâra doğru çevirdim. Bu arada yelkenli yavaş yavaş su alıyordu. Rüzgâr yelken direğinin altından girmeye başlayınca yeniden düzeltmek üzere küpeşteye asıldım. Sonunda tekneyi düzeltmeyi başarmıştım fakat bu esnada tekrar suya düşmek zorunda kaldım. Suyun soğukluğunu hissetmeden bir çırpıda tekneye çıktım. Tekne su dolu olduğu için biraz ağır hareket etmiş olsa da dümen kumanda ediyordu. Hemen sahile yanaşarak tekneyi arabası üzerine çıkardım. Bu esnada bütün öğrenci komutanları ve öğrenciler beni takip etmişler. Tekneyi düzelterek kurtardığım için beni tebrik ettiler. Bazı arkadaşlar “su güzel miydi?” diye şakalaştıysalar da henüz ikinci sınıf öğrencisi olmama rağmen böyle bir işi başardığım için hayretlerini ifade etmekten geri duramadılar.
Daha sonra yelken dersinde bir teknenin nasıl düzeltilebileceği bütün öğrencilere gösterildi. Hatta yelkencilikle uğraşmış bir asker, eğitim maksadı ile tekneyi önce yatırdı daha sonra da düzeltti. Benim farkında olmadan yaptığım birçok hareketi anlatıyor, bilinçli bir şekilde nasıl olması gerektiğini gösteriyordu.
Bu tekne ile yarışlara da katıldım ve okul üçüncüsü oldum. Tek kişilik Finn’lerden başka iki kişilik Star sınıfı yelkenli ile “Yelken Kupası” yarışlarına da katıldım. Çam limanına gezintiye götürdüğüm arkadaşım da yardımcım olarak yarışlara katılmıştı. İlginç bir şey vardı, o da yarışlara sadece iki tekne katılıyordu ve en kötü ihtimalle ikinci olacaktık. Daha sonra, ödülü daha yüksek olan Cumhurbaşkanlığı yarışları vardı. Buna da katılabilirdik.
Fakat teknemiz çok yıpranmıştı ciddi bir onarım görmesi gerekiyordu. Nitekim yarış esnasında makaralar sıkışmıştı yelkeni kumanda edemez olmuştuk. Sonunda yarışı bitiremeden terk etmek zorunda kaldık. Öbür tekne de aynı sonuçla karşılaşmış, yarışı terk etmişti.
Bir Ramazan günü katıldığımız bu yarışı hiç unutamadım. Kadıköy Moda koyunda yapılan bu yarışlarda namazlarımı kılmayı da ihmal etmemiş, teknelerin arasında bulduğum bir yerde öğle ve ikindi namazlarını kılmıştım. İnsan isterse her türlü şart altında ibadetlerini yerine getirebiliyordu. Yeter ki bunu kafasına koymuş olsun.
Yelkenli tekne deyip geçmeyin. Dünyamızdaki birçok gelişme yelkenli teknelerin keşifleri sayesinde meydana gelmiştir. Gerçi buhar kazanlarının devreye girmesi sonrasında yelkenliler sadece spor ve eğlence maksadı ile kullanmış olsalar dahi, insanlık tarihinde önemli bir döneme imzalarını atmıştır.
Barboros Hayrettin Paşa, Akdeniz’de büyük bir deniz gücü kurmuştu. Fakat ne yazık ki bu güç devam ettirilemedi. Bunun en önemli sebepleri arasında yelken gücünden yeterli şekilde yararlanılmadığı ifade edilmektedir. Emekli Amiral Afif Büyüktuğrul, Osmanlı Deniz Harp Tarihi adlı eserinde kürekten bir türlü vazgeçmeyen Osmanlı Donanmasının yelkenli gemi teknolojisinde geri kaldığından bahsetmektedir.
Gerçektende Avrupalılar büyük yelkenli gemileri sayesinde yeni dünyayı yani Amerika’yı keşfetmişler ve güçlerini büyük yelkenli donanmaları sayesinde arttırmışlardır. Hâlbuki bizim denizcilerimiz savaşta rüzgâra bağlı kalmak yerine küreklere asılarak düşmanın üzerine gidiyor ve zafer kazanabiliyordu. Fakat kürekli ve yelkenli olan bu gemilerde çok fazla sayıda insan yaşamaktaydı. Bu gemiler ile uzun seferlere çıkmak mümkün değildi. Kürekli gemiler belki savaşta daha yüksek manevra kabiliyetine sahiptiler fakat uzun seferlere çıkma kabiliyetleri yoktu.
Başta Kristof Kolomb ve Macellan olmak üzere Portekizli ve İspanyol denizciler maceralı yolculuklara kalkışarak dünyayı keşfetmemize yardımcı oldular. Gazi Hayrettin Paşa, Oruç Reis (Barboros Kardeşlerin büyüğü), Turgut Reis ve Çaka Bey gibi ünlü denizcileri yetiştirmiş bir millet olarak dünya denizciliğine bir çok katkıda bulunduk.
Kendimiz ise, bir ticaret filosunda çalışarak ülkemize faydalı olmaya çalışıyoruz. Yazıma Barboros’un şu sözü ile son vermek istiyorum:
“Denizlere hakim olan cihana hakim olur.”

GencYaklasim.com

Gemilerde oruç





Deniz ortasında oruç tutmak biraz farklıdır. Zira geminin rotasına göre günler uzar veya kısalır. İftar ve sahur vakitlerini hesaplamak ayrıca astronomik seyir bilgilerini gerektirir. Hoş, güneşin doğuş ve batışını görerek hesap kitap yapmadan da oruç tutulabilir. Lakin aşçının yemek saatini bilerek yemeği hazırlaması daha güzel olacaktır.
Batıya doğru gidildikçe günler uzar. Bir gün 25 saati bulur. Yani o gün akşam saat sekizde iftar etmiş iseniz ertesi gün dokuzda iftar etmek zorunda kalırsınız. Doğuya doğru giderken bu sefer zaman tersine çalışır. Bir gün 23 saat olmaktadır. Yani ertesi gün bir saat önceden orucunuzu açabilirsiniz.
Eğer limanda değilsek saatleri kendimiz hesaplamak zorunda kalırız. Bazı limanlarda ki bu limanlar gayrimüslim ülke limanları ise, yine aynı hesabı yapmak gerekir. Müslüman ülke limanlarında sorun olmaz. Zira iftar ve sahur saatleri televizyonlardan verilir. Zaten ezan sesleri ve bizdeki gibi minarelerin ışıkları iftar ve sahur saatlerinin belirlenmesinde oldukça kolaylık sağlar.
Zamanı ikinci kaptan hesaplar. İftar ve sahur saatlerinin belirlenmesi için sivil alacakaranlık zamanı esas alınır. Bu saat, bütün notik almanaklarda gün gün belirlenmiştir. Hesaplama için sadece bulunduğumuz mevkiinin ayarlaması gerekir. Yani mahallî zamanı bulmak zorundasınızdır. Bu durum aynen illere göre imsakiye çıkarmaya benzer. Her ilde farklı zamanlarda oruç açılmakta güneşin doğuş ve batışı farklı saatlere denk gelmektedir.
Ben işi garantiye almak için daima beş dakika geç olarak saatleri bildiririm. Zira küçük bir hesaplama hatası orucun iadesini gerektirebilir. Yani yeniden o gün için oruç tutmak zorunda kalmayalım diye böyle orucu kısa da olsa uzatırım.
Gemi faaliyetleri günün 24 saati devam eder. Bu nedenle iftar ve sahur yemekleri nöbetleşe yenir. Ramazanın ilk günlerinde gemideki mürettebatın çoğu oruç tutmakla birlikte sonlarına doğru bu sayı azalır ve oruç tutanlar azınlığa düşer. Kaptan olmadığım zamanlarda bu duruma çok üzülürdüm. Fakat daha sonra bütün sorumluluk üzerime bindiği için üzülmemeye başladım. Zira gemi mesaisi ağırdır. Küçük bir dikkatsizlik telafisi zor kazalara yol açabilir. Bu nedenle oruç tutamayanları “nasıl olsa seferiyiz, yurda dönüp izne çıkınca telafi edersiniz” diyerek teselli ederdim.
Ramazan ayında gemi aşçıları günde beş defa sofra hazırlamak zorunda kalırlar. Zira oruç tutmayanları da hesaba katmak gereklidir. Bununla birlikte sofra tertibini değiştirmeye gerek kalmaz. Çünkü akşam yemeği ile iftar yemeği aynı mönüden oluşmaktadır. Sahur yemeğinde ise kahvaltı ile birlikte öğle yemeği bulunur.
Her iftar sofrası gibi gemicilerin sofraları da zengin görünür. Gerçi diğer günlerdeki yemeklerden farklı şeyler yoktur. Lakin açlığın katkısı ile kuru bir ekmek bile çok lezzetli olmaktadır. Zaten orucun bir hikmeti de kıymetini çoğu zaman bilemediğimiz nimetleri oruç vasıtası ile fark etmemizdir.
Bahriye mektebinde oruç tutmak
Ramazan aylarından hiç unutamadığım hatıralarım ise, Bahriye mektebinde olmuştur. Hele hele Bahriye mektebinin ilk yılında yaşadığım Ramazan’ı unutmak mümkün değildir. Çünkü o yıl oruç tutmak yasaklanmıştı ve yasağa rağmen 15 arkadaşımla beraber oruç tutmaya karar vermiştik.
Okulda Türk öğrencilerden başka Libyalı öğrenciler de vardı. Sayıları da 30 civarındaydı. Fakat yasak sadece Türk öğrencilere uygulanıyordu. Libyalı öğrenciler için iftar ve sahur yemekleri çıkarılıyordu.
İlk gün Libyalı öğrenciler arasına karışarak iftar yemeğine girmeye kalkıştık. Fakat üniformalarımız aynı olmasına rağmen omuzlarımızda Libya yazmadığı için hemen tespit edildik ve apar topar yemekhaneden uzaklaştırıldık. Numaralarımız alınmadığı için ceza almayacaktık. Buna da şükrettik. Zira askeri okulda en ufak bir yasak karşıtı harekete ağır cezalar ile karşılık verilirdi.
O günü kantinden aldığımız bisküvi ve çay ile geçiştirmiştik. Ertesi gün ise, Libyalı öğrenciler bize bir sürpriz yapmış peçetelere sararak yemekhaneden börek çörek türü şeyler getirmişlerdi. Bunları kantinden aldığımız yiyeceklerle birleştirip teneffüshanede çayla beraber afiyetle yemiştik.
Sahurda ise, nöbetçi subayının insafına göre yemekhaneye girme şansımız oluyordu. Yaklaşık 150 Libyalı öğrenci arasına karışarak yemek yeme fırsatını bulabiliyorduk.
O yılki Ramazan’ı unutmam mümkün değildi. Yasağa karşı koymaktan gelen ilginç bir zevk ve Ramazan orucunun bereketi yüzünden hiçbir iftar yemeği bu kadar lezzetli olmamıştı. Oruç tutan arkadaşlarımın arasında dindar olmayanlar da vardı. Bunların bir kısmı hafta sonu izninde oruçlarını bozuyordu. Aile ve arkadaşlarına oruç tutmadıklarını söylüyorlardı. Bunlardan bir kısmı Ramazan ayının ortalarına doğru orucu tamamen bıraktılar. Zira sınav zamanı gelmişti ve çok zorlu sınavlar yapılıyordu.
Deniz Harp Okulu, Hava ve Kara Harp Okullarına göre derslere çok önem veren bir okuldur. Hatta sınıf arkadaşlarımızın yarısından çoğu ikmale kalmış, kırktan fazla öğrenci sınıfını geçememişti. Eğer iki yıl sınıfta kalındığı takdirde okuldan atılıyorduk. Diğer harp okullarında da dersler zorlu olmakla birlikte, askeri eğitim ve disiplin daha öncelikliydi.
O yılki final sınavları Ramazan ayının bereketi ile olsa gerek çok güzel geçti. Sınıfımı ikmale kalmadan geçmiştim. Sonunda iki bayramı birden yaşadım. Uzunca bir tatili hak etmiştim.
Ertesi yıl Ramazan orucu Türk öğrencilerine de serbest bırakılmıştı. Hatta oruç tutmak isteyen öğrencilerin isimlerini yazdırmaları istendi.50–60 öğrenci ismini yazdırmıştı. Tabur komutanımız bu sayıdan hoşlanmamış olacak ki bütün öğrencileri topladı. Yaz aylarına rastlayan Ramazan ayında oruç tutmanın çok güç olacağını, spor ve askeri eğitimin yanı sıra derslerinde oruç tutmaya mani olduğunu söyledi. Bu esnada okulun basketbol takımında oynayan ve başarılı bir oyuncu olan bir arkadaşımız “müracaatım var komutanım” diyerek taburun önüne çıktı. Tabur Komutanı konuşmasına izin verince “her türlü güçlüğe rağmen oruç tutmak istediğimizi” söyledi.
Komutan bir hayli sinirlenmişti “ne haliniz varsa görün” diyerek taburu terk etti. İlginçtir, yeni bir liste yapılmıştı ve bu liste önceki listeye göre daha da kalabalıklaşmıştı.
Okuldaki ikinci Ramazanımız da güzel geçmişti. Fakat yine de önceki yıl yaşadığımız Ramazan’ı unutamıyorduk. Belki soframız zengin değildi ama arkadaşlarımızla zorluklara ve haksızlığa karşı gösterdiğimiz direnç daha çok lezzet katmıştı. Zaten yıllar geçtikten sonra bile o iftar yemeklerindeki tadı hiçbir yerde bulamadım.
Üçüncü ve dördüncü sınıflarda da serbestçe orucumuzu tuttuk. Nihayet bizim sınıf mezun olmuştu. Fakat bizden sonra haksız uygulamalar tekrar başlamıştı. Gerçi oruç tutmak yasaklanmamıştı fakat yemeklere girme mecburiyeti vardı. İftar saati sekizde olduğu halde akşam yemeği altıda veriliyordu ve yemeğe katılmayanlar hafta sonu izinsiz kalıyorlardı. O yıllarda ihtilal yapan Cumhurbaşkanı sahneye çıkmış “irtica” nutukları atmaya başlamıştı. Nutuklar etkisini göstermiyor da değildi. Yüzlerce öğrenci askeri okullardan ayrılmak zorunda kalmıştı.
Öğrenci velileri okula çağırılıyor “oğlunuzu okuldan atacağız, iyisi mi siz dilekçe verin eğitim imkânı tamamen kısıtlanmadan yolunuza devam etme imkânı bulursunuz” deniliyordu. Hani halen üniversitelerde kız öğrencilere uygulanan “ikna odası” benzeri bir uygulama o yıllarda askeri okullarda kullanılıyordu.
Bizim sınıf arkadaşları şimdilerde albay oldular. Yaşadıkları bu üzüntülü olayları unutmaları mümkün değildir. Elbette yapılan yanlışlıklar ve haksızlıklar onları da etkilemiştir. Umarım şimdi yönetici olan bu eski meslektaşlarım aynı yanlışı tekrarlamıyorlardır.
Eğer yanlışlarda hâlâ ısrar ediyorlar ise genç arkadaşlarıma tavsiyem bizim yaptığımız gibi sebat etmeleridir. Bunun karşılığını hem bu dünyada, hem de asıl yurdumuz olan ahirette alacaklardır. Ben aradan 25 yıl geçmesine rağmen yasak olduğu halde oruç tuttuğum o Ramazanda aldığım lezzeti daha hiçbir ayda alamadım. Demek ki doğruluğuna inandığımız bir konuda sebat etmek çok gerekli bir durumdur. Zaten insan sabır kuvvetini öyle basit işlerde sarf etmez ise, her türlü zorluğa karşı gelmesi mümkündür. Sabır bizden tevfik Allah’tandır.

İçki, şişede durduğu gibi durmaz

Denizcilerin en büyük baş belâsı alkollü içkidir. Sadece denizciler mi? Hayır, bütün insanlığın çok ciddî olarak tedbir alması gereken bir konudur içki.
Büyük bir denizcilik firmasına arkadaşımla beraber işe girme maksadı ile gitmiş gerekli formları doldurmuştuk. Konuşmalar bittikten sonra tam çıkacakken Personel Müdürü “Sizler çok iyi denizcilere benziyorsunuz, hazır gemilere gidecek iken önemli bir tavsiyem olacak, ama lütfen beni yanlış anlamayın” dedi.
“Yanlış anlamayın” sözü sebebiyle diğer arkadaşımla beraber dikkat kesilmiştik. Bize “lütfen gemide ve diğer hayatınızda alkollü içki kullanmayın” deyiverdi. Zira içki kullanan denizciler yüzünden şirketlerinin başına gelmedik belâ kalmamıştı.
Ben askerlik mesleği de dâhil olmak üzere bir damla dahi içki içmediğimi söyledim. Arkadaşım da aynı şeyi söyledi. Bizim bu durumumuz siz değerli okuyucularımı yanıltmasın. Zira içki illeti yüzünden o kadar çok kaza, kavga ve kayıplar yaşanmıştır ki dinle, diyanetle alâkalı olamayan insanlar bile içkiden nefret ederler.
İçki içme konusunda çok büyük bir baskı vardır. İçki içmeyen insanlar bağnazlık ve gericilik yakıştırmaları ile suçlanırlar. İnsanlar zorla içki içmeye zorlanmaktadır. Sivil ve askerî gemilerde çalışırken bu baskının ne derece aşırı noktalara götürüldüğünü bir iki örnek ile anlatmak istiyorum.
Askerî gemilerden birisinde gemi komutanı bana içki bardağını göndermiş ve içmemi istemişti. Nazik bir dille içmek istemediğimi söyleyince kızmaya başladı. Hatta “emrediyorum içki içeceksin” diye zorlamaya başladı. İçki büyük günahlardan olduğu için her ne sûretle olursa olsun içmemekte kararlıydım. Hatta sonunda hapse bile gönderilsem bu zıkkımı içmeyecektim. Lâkin diğer subay arkadaşlarım yanlışı ben yapıyormuşum gibi bana ters ters bakmaya başlamışlardı.
Sonunda çarkçıbaşımızın araya girmesi ile komutan bağırıp çağırmayı kesti ve yaptığından utanmış olacak ki yemek çıkışında bir nev'î özür dileyecek şekilde gönlümü almaya çalıştı.
Bu konuda özellikle askerlik mesleğinde o kadar büyük bir baskı vardır ki vereceğim diğer örnek sizi şaşırtacaktır.
Bir gün meslekî kurslardan birinde benden kıdemli iki subay beni çaya dâvet ettiler. Aynı zamanda öğretmenlik yapan bu subaylardan genç olanı büyük bir keşif yapılmış gibi “Biliyor musunuz yeni bir ilâç icat etmişler, bunu alkollü içkinin içine atarsanız alkolü dibe çökertiyormuş” dedi. Güya bu sayede “alkol içmekten kurtulabilirmişiz”.
Kendisine başımdan geçen bir iki olayı anlattıktan sonra asıl yapılması gereken şeyin insanların inançları gereğince yasaklanan şeyler konusunda baskı yapılmaması gerektiğini ve bunun kararlı bir şekilde anlatılması olduğunu söyledim. Böyle bir baskı çok yanlıştır. Her şeyden önce ayıp olan içki içmemek değil bu konuda baskı yapmak olduğunu herkesin bilmesi gerekir. Bırakın sağlık sebeplerini içkinin günah sayılmadığı Batının nezaket kurallarına bile aykırı bir durum ile karşı karşıya olduğumuzu söyledim.
Gerçekten de bu konu ile ilgili olarak Amerikalı iki subay bize çok güzel bir ders vermişti. Yine bir meslekî kurs esnasında bize öğretmenlik yapan bu Amerikalılara, Çanakkale Orduevinde bir kokteyl vermiştik. Subaylardan genç olanı çeşitli zararlarından dolayı alkollü içki içmediğini söylemişti. Birçok arkadaşım gibi ben de şaşırmıştım, zira Bahriye mektebinde “içki içmeyen subay olamaz” saçmalıklarını dinlemiştik. Batılı bir subay bu görüşü yalanlayacak şekilde hepimize güzel bir ders vermişti.
İçki konusunda o kadar büyük bir baskı vardır ki dehşetin boyutlarını göstermek için başımdan geçmiş bir başka olayı anlatmadan edemeyeceğim.
Ticaret gemilerinde çalışırken gemi kaptanımız bana, İstanbul Büyükşehir Belediyesinin sosyal tesislerinde içki yasağı bulunduğunu ve böyle bir şeyin kabul edilemez olduğunu söylemişti. Çok şaşırmıştım zira bu adamcağız namaz kılan ve dinî konularda sohbet etmeyi seven bir insandı. İçki konusunda yapılan baskıların ne derece yanlış olduğunu anlatmaya çalıştım. “Gidin mezarlıklara, hapishanelere ve hastanelere bir bakın, dilleri olsa da konuşsalar, birçok insan buraya içki yüzünden düştüğünü söyleyecektir” dedim.
İçki müptelası bir çarkçıbaşımız vardı, kaptanımızı değil, beni destekledi. Kaptanıma şunu da söyledim. “Süvari Bey, biliyorsunuz Kumkapı’dan Anadolu Kavağına kadar her yer içki satılan restoranlar ile dolu. Ben ailemle birlikte bu içki yüzünden İstanbul Boğazının hiçbir yerine gidemiyorum. Ne olacak bir iki tane yerde de içkisiz restoran olsun. Benim bu güzellikten istifade etmeye hakkım yok mu?”
Askerliğin de etkisi olacak gemi kaptanımız “Nuh diyor Peygamber demiyordu”. Fakat dinî duyarlılıkları zayıf olan bütün gemici arkadaşlarım dahi bu ısrarından dolayı kaptanımızı kınamıştı.
Sonradan düşündüm bu kadar zararlı ve kötü olan içki konusunda neden baskı yapılıyor. Cevap olarak sadece şu kadarını söylemekle yetineyim.
Bediüzzaman, ahirzaman fitnelerinden en büyüklerinden bir tanesinin içkiye müptelâ olan insanlardan kaynaklanacağını, hadislerden anlamış ve Yeşilay Cemiyetinin kurulmasına öncülük etmişti. Kıssadan hisse, varın gerisini siz düşünün…
06.10.2008
E-Posta: vehbihorasanli@ttmail.com

Okuyorum öyleyse varım

Başlıktaki sözün doğrusu; “düşünüyorum öyleyse varım” şeklindeydi. Fakat olsun, kelime oyunlarıyla bazı okuyucuların dikkatini çekebildimse ne mutlu bana…
Gerçi okumak bir çeşit düşünme faaliyetidir. Okuyan insan aynı zamanda beynini kullanmış olur. Yan yana gelmiş kelimeler diğer bir ifadeyle “mânâ-yı ismi” dediğimiz şekil ve karakterler, okuma faaliyetiyle “mânâ-yı harfî” olurlar. Bu sayede insanlar yazarı ve konusunu anlayabilme imkânına kavuşmuş olur.
Cenâb-ı Allah’ın, Peygamber Efendimize (a.s.m) ilk emri “oku” olmuştur. Bu bakımdan okumak faaliyetinin çok önemli olduğu açıktır. O halde biraz üzerinde durup tefekkür etmeye çalışalım.
Okumak kelimesi, içinde çok geniş kavramları barındırmaktadır. İbretle bir olaya bakmak aynı zamanda kâinat kitabını okumak, okumanın değişik bir şeklidir. Fakat burada en açık mânâsından yani kitap okumaktan bahsetmek istiyorum.
İstanbul’dan ayrılalı tam on gün oldu. Bu arada ajandama baktım, tam dokuz kitap okumuşum. Akla tatile çıkmış olduğum gelmesin sakın; şu an tatilde değil, Pasifik Okyanusunun Malezya yakınlarında bir yerde gemiyle seyir esnasında bu yazıyı yazıyorum. Gemim tatil gemisi de değil, dökme yük gemisi.
Okurken aynı zamanda gemideki işlerimi de yapıyorum. Yani çalışmak, kitap okumama mani değil. Aslında birçok insan benim gibi hem okuyup hem de çalışabilir. İnsan istedikten sonra gerekirse Walkmenini takıp yine Risâlelerden istifade edebilir.
Çalışan insanların kitap okumaları için illâ gemide kaptan olması da lâzım değildir. Meselâ hergün servisle işe gidip gelenler serviste kitap okuyabilir. İyi de “bu çok zor” demeyin sakın, zira ben Bahriyede iken beş yıl boyunca servis aracına bindiğim zaman toplam bir buçuk saat kitap okuyordum. Çok faydasını gördüm.
Bütün bunları “Kardeşim, ben çalışıyorum, kitap okumama zaman kalmıyor” diyebilecek insanlar için söylüyorum. Yoksa günümüzün en az yarım veya bir saatini okumaya ayırmadığımız takdirde sıradan insanlar oluverip çıkarız.
Sıradan insanları çok büyük tehlikeler beklemektedir. Çünkü devir çok tehlikeli; âhirzaman denilen fitne asrının en zor bölümünde yaşıyoruz. Bir misâl verecek olursak; tehlikeli bir merada gezinen koyun sürüsünden bir fert gibi olmamalıyız. Eğer böyle kalırsak çok kısa bir zamanda bir kurt bizi kapıp kaçar. Ahirzaman fitnelerine âlet olmak istemiyor isek kurtlara yem olmamanın çarelerini aramalıyız.
İşte okumak ve bu sayede ilim öğrenmek zorundayız. İlim öğrenmek her insana, kadın–erkek fark etmez, “farz” kılınmıştır. İlimlerin şâhı ve padişahı da iman ilmidir.
İman konusunda günümüzde en büyük otorite Bediüzzaman Said Nursî ve muhteşem eseri “Risâle-i Nur Külliyatı”dır. Ne yapıp edip bu eserden istifade yollarını aramalıyız.
Bu eserleri okurken bana en büyük katkıyı, çeşitli yayınevlerinin hazırlayıp sunduğu eserler sağlıyor. Özellikle şerh ve izah tarzında hazırlanmış bu eserler, Risâleleri daha iyi anlamaya vesile olduğu gibi çevremdekilere bu eşsiz güzelliği anlatmada önemli bir yer tutuyor.
Yeri gelmişken bunlardan sadece üç tanesine değinmek istiyorum. Her üç kitap ta Yeni Asya Neşriyat tarafından basılmış ve istifadeye sunulmuş.
İlki Sayın Ali Sarıkaya tarafından hazırlanmış “Kıyamet Alametlerinden Ye’cüc ve Me’cüc” kitabı. Kur’ân’da yer alan Ye’cüc ve Me’cüc tehlikesinin “anarşi ve terör” olduğunu ispatlamaya çalışıyor. Gerçekten de bu konuda oldukça başarılı, zira çok geniş kaynakları taramış ve Bediüzzaman’ın tesbitlerine de müracaat ederek yüz yıllardır cevap aranan sorulara isabetli yanıtlar vermiş.
İkinci kitap ise İslâm Yaşar’ın hazırladığı “Nur Menzilleri” kitabı. Okuyucularını adeta nurânî bir iklimin içine sokuyor. Edebî üslûbu ise bir harika. Elinize alınca bitiremeden bırakamıyorsunuz.
Üçüncü kitap ise Mustafa Özcan’ın hazırladığı “Müslüman İsevîler” kitabı. Kitap, 2005 yılında basılmış. Niçin bu güne kadar okumadım diye kendime çok hayıflandım. Bu kadar güncel ve önemli bir konuda başka bir eser bulmak mümkün değil. Sık sık asrımızın büyüğü Bediüzzaman’a müracaat ediyor ve okuyucularını bir çok konuda ikna etme özelliğine sahip.
İşte sevgili okuyucular, bu kitaplar sayesinde bendeniz Risâle-i Nurları zevkle ve severek okuma imkânı buluyorum. Cenâb-ı Allah, Üstadımızdan, yayınevi ilgililerinden ve yazar kardeşlerimizden razı olsun. Onlar sayesinde koyun olmaktan kurtulup kâinata bir insan gibi bakabilme imkânına kavuştum.
O halde ne duruyorsunuz, sizler de kitaplara koşun. Ziyanı yok her gün bir kitap bitirmek şart değil, imkânınız elverdiğince okumaya çalışın. Ama ne olursa olsun isterse en ağır işte dahi çalışıyor olsanız bile muhakkak Risâleleri okumaya ve anlamaya çalışın. Bu devirde daha güzel bir kurtuluş çaresi yok; söylemedi demeyin sakın…
08.11.2008
E-Posta: vehbihorasanli@ttmail.com

Seyyar mescit

Daha önce böyle bir isim veya yer duydunuz mu? Bilemem ama anlatacağım.
Mescit, gerçekten seyyar, yani hareketli.
“Yeryüzü mescit, Mekke mihrabımız” diyerek dünyayı kastettiğimi zannetmeyin. Elhak o da doğrudur zira saniyede 30 kilometre hızla güneş etrafında hareket eden dünyamız da seyyar bir gezegendir ve mescittir.
Lâkin ben dünya üzerindeki başka bir mescitten yani gemimizdeki bir yerden bahsetmek istiyorum.
‘Mescit deyince mihrap, minber, tesbih gibi şeyler akla gelir. Peki, senin bahsettiğin mescitte bunlar var mı? Yoksa namaz kıldığın için mi böyle diyorsun?’
Evet, var, gerçi bizimkiler biraz küçük zira gemide mescit olarak ayırdığımız yer oldukça dar, ancak 10 kişi sığabiliyoruz. Ama basamakları az da olsa minik bir minberimiz, ayrıca kıble devamlı değiştiği için mihrap olarak kullandığımız seccademiz de mevcut.
‘İyi de bizim bildiğimiz mescitlerde cemaatle namaz kılınır, ezan okunur, sarık bağlanır, bayramlarda ve cumalarda cemaatle namaz kılınır. Siz bunları yapabiliyor musunuz?’
Evet, elimizden geldiğince yapmaya çalışıyoruz. Ramazan Bayramı namazını kılarak siftah ettik ve Cuma namazlarında da şu ana kadar aksatmadan devam ediyoruz. Cemaatimiz de hiç fena sayılmaz, vardiya nöbetçileri haricinde hemen hemen herkes iştirak ediyor. Hatta seyyar mescidimizin cemaati dışarı taşıyor koridorlarda namaz kılıyoruz. İmam efendi de usta gemicilerden. Ama imamlığı da usta işi. Çok güzel Kur’ân okuyup namaz kıldırıyor.
Kısaca gemimizde sadece minaresi eksik olan güzel bir mescidimiz var.
Yalnız bu mescidin özelliği dünyayı geziyor olması. Geçen gün Ekvator çizgisini güneyden kuzeye doğru geçtik. Halen Atlas Okyanusunda bir Afrika limanına doğru yol alıyor aynı zamanda 23 bin tonluk pirinç taşıyoruz. Seyyar mescidimiz limanlarda misafirlerimize de açık. Geçen seferimizde Alman yolcu gemisinde çalışan Türk teknisyenlerini misafir ettik.
Onlarla beraber namaz kıldık bu durum çok hoşlarına gitti. İlk defa böyle bir mescit görüyorlarmış.
Ben kaptan olduğum için böyle oluyor sanmayın. Ben gelmeden önce de mescit vardı. Fakat cemaatle namaz kılınmıyordu. Benden izin istediler ben de memnuniyetle kabul ettim.
Allah kabul etsin mahallemizdeki mescit kadar olmasa da cemaatle namaz kılıp kulluk borcumuzu yerine getirmeye çalışıyoruz. İnşallah, dünyanın çeşitli denizlerinde dolaşıp helâl rızık peşinde koşan binlerce gemide de böyle seyyar mescitler açılır ve gemiler ezan sesleri ve namaz tesbihatları ile çınlamaya başlar.
Yıllarca namazını tek başına ve kamarasındaki bir köşede kılmış birisi beni çok iyi anlayacaktır. Yalnız namaz kılmak insan ruhunun ihtiyaçlarını tam olarak doyurmuyor. İlla birlikte namaz kılmak yani cemaate ihtiyaç duyuluyor. Zira cemaatle kılınan namazın 25 hatta 27 kat daha sevaplı olduğuna dair hadisi şerif vardır. Gerçekten de cemaatle kılınan namaz insana bir başka güzellik katıyor. Böyle yerlerin açılmasına fırsat veren bütün armatörlerimize duâ edelim. Bu sayede yeryüzünün dörtte üçünün denizler ile kaplı olduğu dünyamızda Allah kelâmının gitmediği ve ulaşmadığı hiçbir nokta kalmamış olur.
Duâmız, Cenâbı Allah’tan kendisine hakkıyla ibadet eden kullarından olmayı nasip etmesi ve bütün denizci kardeşlerimizi her türlü belâdan korumasıdır.
10.11.2008
E-Posta: vehbihorasanli@ttmail.com

Deniz korsanları

Denizcilik sektörü yeni bir tehdit ile karşı karşıya kalmış durumda. Yine bir Türk gemisi korsanlar tarafından kaçırıldı. Yardımcı Denizciliğe ait Karagöl isimli gemimiz 14 mürettebatı ile birlikte fidye almak amacı ile korsanlar tarafından ele geçirildi.
Bundan yaklaşık 20 gün önce de Yasa Denizcilik Şirketine ait Yasa Neslihan adlı gemi 20 mürettebatı ile birlikte kaçırılmıştı. Bu yazının yazıldığı tarihte her iki gemi personeli hâlâ korsanların elinde rehine olarak tutulmaktaydı.
Mayıs ayı içinde de yine bir Türk gemisi M/V Arean, kaçırılmış ve tahmini olarak 1 milyon dolar fidye verilmek şartı ile kurtarılmıştı.
Korsanlar sadece Türk gemileri için değil bütün dünya gemileri için tehdit olmaktadır. Meselâ Birleşik Arap Emirliklerinin 5 gemisi korsanlar tarafından kaçırılınca bu bölgeye gemi seferleri durdurulmuştu. Keza Malezya, Japonya ve Umman gemileri de aynı akıbete uğramışlardı. Korsanlar artık işi iyice azıtmış fidye parasını 4,7 milyon dolara kadar çıkarmışlardı. Peki, ne idi bu korsanları böylesine azgınlaştıran olay?
Başkalarını bilmem, ama benim cevabım; başta ABD olmak üzere bazı Batılı ülkelerin yanlış politikalarıdır. Zira korsanlık olaylarının en fazla gerçekleştiği yer olan Aden Körfezi bu ülkelerin müdahalesi sonucu bir “korsan yatağı” haline dönüşmüştür. Karayib korsanlarına adeta taş çıkarırcasına her geçen gün bu tehdit derinleşmekte dünya denizciliğine büyük darbeler vurmaktadır.
ABD, Somali’ye aynen Irak’ta olduğu gibi sudan bahanelerle müdahale edip meşrû hükümeti yıkınca bölgede bir otorite boşluğu oluşmuştu. Bu da yetmiyormuş gibi birde Batılı güçlerin kışkırtması sonucu 2006 yılında Etiyopya askerlerinin Somali’ye girerek burada iyi-kötü bir otorite kurmuş olan İslâm Mahkemeleri Birliğini (Union of Islamic Courts-UIC) yıkması sonucu korsanlar yeniden atağa kalktılar. Fidye yolu ile büyük paralar kazandıkları için eskiden 100 kişi civarında olan korsan sayısı 2008’li yıllarda 1200 kişiye kadar yükseldiği ifade edilmektedir. Öyle ki 160 tane korsan gurubunun olduğu tahmin edilmektedir.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi biraz geç olsa da uyanmış Aden Körfezindeki korsanlarla mücadele tasarısını onaylamıştır. Ama “bade harabil Basra” veya bade harabil Somali. Ateş düştüğü yeri yakıyor. ABD’nin dünya şerifliğine kalkması ve yanlış hesap yapması sonucu teröristler ve korsanlar dünyanın her yerinde cirit atıyor. ABD’nin burnunu soktuğu her yerde kan gövdeyi götürüyor.
Yeni seçilen Barak Obama öncelikle bu konuyu ele almalı ve daha önce uygulanan ve ne ABD’ye ne de dünya ülkelerine hiçbir menfaati olmayan yanlış politikalardan bir an önce dönülmesini sağlamalıdır. Aksi takdirde ahirzamanda çıkacağı söylenen ve teröristlerle beraber hareket eden korsanların Yecüc Mecüc taifesi olarak bütün dünyayı ateşe vermesi söz konusudur.
Bu yazıyı yazarken Afrika’nın bir başka köşesinde aynen Neslihan adlı dökme yük gemisi gibi bir dökme yük gemisinde yükümüzü boşaltıyoruz. Çok değil iki ay önce ben de gemimle beraber Aden Körfezinden geçtim. Korsan tehlikesi dolayısıyla mümkün olduğu kadar kuzeyden yani Yemen Kıyılarına yakın seyir yapmak zorunda kaldım. Gece vakti gözcülerimizin sayısını arttırarak şüpheli gördükleri teknelerden kaçmaya çalıştık. Çünkü bu korsanlar balıkçı hüviyetine bürünerek gemilere yaklaşıyorlar. Ellerinde otomatik silâhlar hatta roketatarlar bile var. Gemiye çıktıkları takdirde yapacak hiçbir şey yok. En iyisi onlarla uzlaşarak personelin can güvenliğini korumak.
Aklınıza “Alın silâhı siz de karşısına geçip vuruşun” diye bir şey gelmesin. Zira genellikle gemilerde silâh bulunmaz. Bulunsa da bunlarla, korsanlar ile çatışmaya girmek gerekli silâhlı eğitim almamış insanlar için son derece tehlikelidir. İnsanlar gemilere savaşmak için değil üç kuruş ekmek parası için çıkıyorlar. Vuruşmak için talimat vermek bir kaptana yakışmayacağı gibi vebali büyük bir riske girmek demektir.
Peki, ne yapmalı derseniz. Benim düşüncem elden geldiğince bu teknelerden uzak durmaya çalışmak, rotayı tehlikeli sulardan uzak tutacak şekilde çizmek, tehlikeli bölgelerden gündüz vakti geçmek ve gerekirse korsanların tekneye çıkmamaları için kaçınma manevraları yapmaktır. Fakat artık modern sür’at tekneleri kullanan korsanlarla kaptan olarak başa çıkmak yine de çok zordur.
Korsanlarla başa çıkmak için bütün dünya devletleri beraberce hareket etmeli ve en iyisi başta Somali olmak üzere bölge ülkelerinde fakirliği ve yoksulluğu önleyecek politikalar uygulamalıdırlar. Hepsinden önemlisi bölgede otoriteyi sağlayacak meşrû hükümetlere yardım etmek bütün devletlerin öncelikli politikası olmalıdır. Aksi takdirde hâlâ dünya ticaretinin % 80’den fazlasının yapıldığı deniz ticareti, yapılamaz olur. Dünya ekonomisi daha büyük bir krize girer. Zira korsanlığın iyi bir fırsat olduğunu düşünen fakir insanlar başka denizlerde de bu yola tevessül edeceklerdir. Zaten Malakka Boğazı, Çin Denizi ve Afrika’nın bazı kıyıları birer korsan yatağı haline gelmiştir.
Bütün duâ ve dileklerimiz Neslihan gemisindeki denizci kardeşlerimizin sağlıklı bir şekilde yuvalarına dönmesi içindir. Allah, başta kaptan arkadaşımız olmak üzere bütün personelin yardımcıları olsun…
17.11.2008
E-Posta: vehbihorasanli@ttmail.com

Türkiye’nin unutulan bir zenginliği

Türkiye’nin sahip olduğu insan kaynakları sadece denizcilikte değil hemen hemen bütün iş kollarında ülkemize büyük bir avantaj sağlamaktadır. Ben sadece kendi sektörüm ile ilgili olarak yani denizcilik ile ilgili bazı fırsatlardan ve problemlerden bahsetmek istiyorum. Öncelikle denizcilik sektörünün son yıllardaki durumuna bakarak bir değerlendirme yapalım.
Denizcilik dünyanın en ağır mesleklerinden biridir. Bir araştırma kuruluşu madencilik sektöründen sonra en ağır iş kolunun denizcilik olduğunu öne sürmüştür.
Gerçekten de karşı karşıya kalmış oldukları tehlikeler ve ölümcül yaralanmalar bakımından en zor mesleklerin başında denizcilik gelmektedir. Denizciliği ata mesleği olarak kabul eden ülkeler başta Avrupalılar insan kaynaklarının yani nüfus yoğunluğunun azalması sebebiyle denizcilik yerine daha kolay mesleklere ve belirli standartlara yönelmişlerdir.
Bunun yanı sıra taşımacılıkta ve özellikle de gemilerde birtakım değişiklikler, gelişmeler olmuştur. Bunlar, taşımada verimliliği arttırmış fakat denizciliğin özünü tamamen değiştirmemekle birlikte işletmeler ve ekonomilerin pazar kavgasındaki en önemli aracı olmuştur.
Bu anlayış gemilerde hemen hemen her şeyi değiştirmiştir. Taşıma kapasitesi büyümüş; gemilerde ve limanlarda insan gücü tasarrufu öncelik kazanmıştır. Bu arada “çok amaçlı” insan arayışları hızlanmış; diline, dinine ve uyruğuna ve hatta çalıştığı gemiye bakılmaksızın denizciler “standart” olmaya itilmiştir.
Rasyonel gemi çalıştırma “rasyonel insangücü” düşüncesini ortaya çıkarmıştır. Gemiler rasyonel taşıma uğruna daha az sayıda ama çok amaçlı gemiadamıyla donatılır olmuşlardır. Geçmişin 40–50 kişiyle donatılan ticarî gemileri günümüzde bu sayının yarısından daha az sayıda denizciyle seferlerini çevirmektedir.
Gemi çalıştırmada verimlilik arayışı gemiyi limanda az, denizde (seyirde) çok tutma yönünde olmuştur. Bu durum ise gemiadamlarının “meslek ömrü”nü kısaltmıştır. Bir araştırma kuruluşuna göre 50’li yılların “sefer içinde limanda kalmaya ağırlık veren” anlayışında gemiadamının meslek ömrü 20 yılın üzerindeyken, günümüzde bu süre 10 yılın altına inmiştir. Bir anlamda bu, geminin teknik ömrü içinde (genelde 20 yıl) 2–3 kat fazla insangücü ihtiyacı demektir.
Günümüzün “teknolojik” denizcisi “denize dayanıklı” kişi olmaktan artık çıkmıştır. Ticaret denizciliğinin büyükleri, kendi insanlarının ortaya çıkardığı boşluğu kısmen “gemiadamı ithalatıyla” gidermeye çalışmış; kimi zaman da insangücü sayısına ve kalitesine bir zamanlar önem vermeyen serbest bayrak konseptini yeşertme uğraşı vermiştir.
Dünya genelinde 52.000 eğitimli gemiadamı (kaptan, başmü­hendis/ makinist, güverte zabiti, vardiya mühendisi/ makinisti) açığı vardır. Dünya deniz ticaret filosunun 90.000 dolayında gemiden oluştuğu düşünülürse neredeyse filonun % 80’inde eğitimli gemiadamı eksiği bulunduğu anlaşılacaktır.
Verimli taşıma anlayışı rasyonel gemiyi, rasyonel gemi de “rasyonel” denizciyi meydana getirmektedir. Özellikle “rasyonel gemiadamı” talebi çoğalmıştır. Arayışlar, uyruğu, dili, dini, gemisinin bayrağı ne olursa olsun, gemiadamını globalleştirmiştir.
Batılı denizci ekonomiler, eriyen, ama ithal yoluyla dengelenmeye çalışılan gemiadamı potansiyelini “global gemiadamı” modeli oluşturarak koruma azmindedir. Bunun için de bir uluslar arası konvansiyon oluşturulmuş ve STCW 78/95 kısa adıyla bilinen bu Konvansiyon dünya denizlerinde uygulama alanı bulmuştur. Amaç denizlerden çekilen Batılı gemiadamlarının yerine Batının aradığı standartta (yahut o standarda yakın) gemiadamı yetiştirilmesini hedeflemektedir. Sözleşmenin “perde arkası” yani amacı budur.
Dünyada eğitimli gemiadamı açığı vardır. Batılı ekonomilerde gemiadamı potansiyeli erimektedir. Denizcinin “mesleğe hizmet” ömrü normal hizmet ömrünün neredeyse üçte birine düşmüştür. Karaya kaçışın hızlanması anlamına gelen bu durum; denizde çalışmayla karada çalışma arasında kişisel gelir yönünden pek fark kalmayışı, dolayısı ile de denizin cazip olmaktan çıkması, verimli taşıma anlayışının gemileri “limancı” olmaktan çok “pervane döndürmeye” itmesi gibi nedenlere açıklanabilir.
Bazı ekonomiler gemiadamı ihtiyacını ithal yoluyla sağlamaktadır. Zaten gemiadamı standartlarının yüksek tutulmasında da bu sebep ön sırayı almaktadır. Batılı ekonomilere gemiadamı sağlayan ekonomiler vardır. Bu ekonomiler bu amaca uygun düzeni de oluşturmuşlardır. Filipinler, Malezya, Çin, Hindistan, eskinin Yugoslavya’sı, bugünün Ukrayna’sı gibi.
Bu ekonomilerden özellikle Filipinler ve şimdilerde Çin bu boşluğu iyi saptayarak insangücü ihraç eden ülkelerin başını çekmektedirler. Önemli döviz geliri de sağlamaktadırlar. Hatta bunlardan Filipinler dünya deniz ticaret filosunun her beş gemisinden birini donatır duruma gelmiştir.
Türkiye’de ise insangücü fazlalığı vardır. Bu potansiyelin değerlendirilmesi ve yönlendirilmesi konusunda kurumlarımız yeterince organize olamamaktadır. Ancak, bu organizasyonun devlet müdahalesiyle değil, yönlendirmesiyle ve bilinçli olarak yapılması gereklidir.
Türkiye, dünya denizcilik piyasasında yaşanan bu gelişme ve değişmeleri sadece izlemiş ama değerlendirememiştir. Denize insangücü ihraç eden ülkeler kendilerine ticarî, ticarî olduğu kadar da diplomatik katkı sağlarken Türkiye nedense bunu yeteri kadar başaramamıştır. Kişisel çabalarla yabancı gemilerde iş bulabilmiş denizcilerimize devletimizin neredeyse hiçbir katkısı olmamıştır. Ayrıca Türk gemiadamlarının diğer uyruklardaki gemiadamlarına denkliği ile ilgili olarak yeterince çalışmalar yapılmamıştır. Kısaca gemiadamına devletçe gereken önem verilmemiştir. Denizcilik sektörünün önemli bir gücü olan gemiadamlarının Denizcilik Müsteşarlığı bünyesinde özgün bir Genel Müdürlüğü dahi yoktur.
Türkiye, Batılı ekonomilerin eriyen gemiadamı portföyüne yönelerek işsizlik problemine kısmi bir çözüm bulabilecektir.
Büroların ve yaygın öğretim kurumlarının /(kurslar, gemiadamı eğitimine yönelmiş dershaneler gibi) STCW Sözleşmesinin aradığı eğitim-öğretimi yerine getirmek ve bu konuda sorumluluk üstlenmek şartıyla yabancı gemilere gemiadamı gönderebilmeleri için ilgili mevzuata değişiklikler, esneklikler getirilmelidir.
Devlet, ikili anlaşmalar yoluyla yabancı gemilerde çalışacak gemiadamlarının sosyal, kültürel ve ekonomik haklarını güvence altına almalıdır. Bu bağlamda dünya denizcilik örgütleri ile ilişkiler geliştirilmeli, Türk gemiadamlarının da yabancı gemilerde dünya standartları ile çalışmaları için girişimler başlatılmalıdır.
Ayrıca Türk gemiadamlarının yabancı gemilerde çalışmaları ve böylesi çalışma ortamına uyumunu sağlayacak dil, yabancı gemide yaşam, işbaşı eğitimi, mesleki eğitim ve benzeri konularda görsel ve yazılı eğitim programları geliştirilmelidir. Bu konuda armatörlerin bencil yaklaşımından özellikle uzak durulmalıdır. Armatörler öncelikle kendi ihtiyaçlarının karşılanması ve yüksek ücret ödememek için devletin bu ve benzer çalışmalar içine girmesine engel olmaktadırlar. Bu maksatla kendi örgütleri vasıtası ile devlete akıl vererek denizcilerin bütün dünyada sahip olduğu hakları kısıtlamaya çalışan bu anlayış derhal terk edilmelidir. Zira kaliteli denizcilere sahip olunduğu takdirde bundan en fazla istifade edecek olan yine armatörlerimiz olacaktır.
19.11.2008
E-Posta: vehbihorasanli@ttmail.com

Mükemmel bir lisan okulu

Denizde bazen aralıksız olarak bir buçuk ay seyir yapmışımdır. Günlerce hatta haftalarca hiçbir kara parçasını görmediğimiz hatta gemi bile görmediğimiz zamanlar olmaktadır. İnsana büyük bir yalnızlık düşüncesini veren bu durum aslında yanıltıcıdır. Zira Cenâb-ı Allah’ın sayısız sayıda mahlûku kâinatı doldurmuştur.
Bir kısmını görmeyiz, sadece seslerini işitiriz. Rüzgâr ve dalgaların hışırtıları gibi. Bunlar dikkatli bir kulak için bir nev’î zikir ve tesbih sesleridir. Allah’ın yarattığı ve her varlığa nezaret eden meleklerin adeta ya Celil, ya Celil der gibi kendilerine mahsus bir lisanla Allah’ı zikrettiğini duyarız.
Gündüzleri Güneş ve bulutlar, geceleyin ise Ay ve yıldızlar da bizlere yoldaşlık eder. Denizcilere adeta “Siz yalnız değilsiniz” mesajını göndererek yüzlerimizi gökyüzüne çevirip “kâinat kitabını okumaya” dâvet ederler. Mükemmel bir düzen ile hareket ederek hiçbir şeyin başıboş olmadığını kör olmayan her göze gösterirler.
İman gözlüğü ile bakıldığında her varlığın Yaratıcımızın güzel isimlerinin birer tecellisi olduğu anlaşılır. Çevremizdeki her şey tefekkür etmek için bize harika fırsatlar sunarlar.
Güneş ısı ve ışığıyla hayatımızı aydınlattığı gibi doğup batarken gökyüzünde bıraktığı eşsiz güzellikteki renklerle cennetin bir numunesini gösterir. Yıldızlar bize sonsuz kudret sahibi bir Rabbimiz olduğunu hatırlatır. Samanyolu denen galaksimizin gökyüzünde açtığı ekrandan sonsuzluk kavramına aklımızı bir parça yakınlaştırıp onun nasıl bir şey olduğunu bir parça anlayabiliriz.
Her gece bir başka şekle bürünen gezegenimizin komşusu Ay ise mükemmel hareketi ile takvimcilik görevini yapar. Mübarek gün ve geceleri tam olarak bize bildirir ve adeta “benim yüzüme bakarak bir gecesi bazen bin aydan hayırlı olan Kadir Gecesi gibi mübarek günleri görebilirsiniz” der. Gecelerimizin en vefakâr yoldaşlarından biri olan Mehtap bazen şu ışığı gönderir. “Benim bir günüm bir yılımdır. Eğer kendi ekseni etrafımdaki hareketim bir dakika geç olsa veya dünyanın çevresini dolaştığım bir yılım bir saat fazla olsa dünyadan görünmeyen yüzümü görebilirdiniz. Ama öyle şaşmayan bir düzenim var ki dünyadan uzaklaşmadan arka yüzümü göremezsiniz. Beni takvimcilik başta olmak üzere birçok hikmetle yaratıp size hizmet ettiren sonsuz güzellik sahibi olan Allah’ı nasıl tanımazsınız. Bir saniye dahi şaşmayan mükemmel düzeni yaratan Rabbimiz her türlü kusurdan münezzehtir”
Nahl Sûresinde Cenâb-ı Allah mealen “Denizden taze et yiyesiniz ve içinden takınacağınız bir ziynet çıkarasınız diye denizi hizmetinize veren O’dur. Gemilerin denizde suyu yararak gittiklerini görürsün. Bunu bir de Allah’ın fazlından nasip arayasınız diye yaptı. Olur ki şükredersiniz” buyurmaktadır.
Bu haliyle denizler ise kulağı sağır olmayan herkese “Benim sesimi de işitin, bakın siz insanlara ne derece büyük hizmetlerde bulunuyorum. Bana verilen kaldırma kuvveti ile yüz binlerce tonluk ağırlıkları pek zahmetsizce bir limandan bir limana ulaştırıyorsunuz. Allah’ın lütuf ve ihsanı olmasaydı medeniyetinizin en büyük yardımcısı olan gemilerden faydalanamazdınız” mesajını gönderiyor.
Denizler bazen gaflet uykusuna dalan biz denizcileri fırtınalarla çarparak “aklınızı başınıza alın, her nefsin tadacağı ölümü ve herkesin kaçışı olmadan toplanacağı haşri unutmayın” diyerek adeta haykırıyor. Zira biz insanlar bize sayısız nimetler veren Rabbimizi çok çabuk unutuyoruz. Kahharı Zülcelâl olan Allah’ın küçücük bir esintisi bu kadar sarsıcı ise “sonsuz bir cehennem azabı ne derece dehşetlidir” dersini en akılsız denizcilere dahi söylettiriyor. Fırtınalara tutulduğumuz zaman hepimiz günahlarımızdan tövbe ediyor bir daha işlememeye karar veriyoruz. Lâkin cehalet ve gaflet limana varınca hemen etkisini gösteriyor. Ne yazık ki Kur’ân’da Rabbimizin buyurduğu gibi sahili selâmete çıkınca hemen onu unutmaya başlıyoruz.
Hâlbuki denizde olsun karada olsun bütün yoldaşlarımız bize onun varlığını ve birliğini anlatan birer mektuptur. Çevremizde gördüğümüz her canlı veya cansız cisim Allah’ın güzel isimlerinin tecelli ettiği adeta bir televizyon ekranıdır. Ne yazık ki onların lisanını çoğu insan bilmiyor. Ne mesajı verdiğini idrak edemiyor.
Peki, onların lisanını anlamaya yarayan bir kurs veya eğitim kurumu yok mudur?
Evet vardır. Herkesin kabiliyeti nispetinde öğrendiği tahkiki iman dersleri ile dolu Risâle-i Nur Külliyatı kâinat kitabını okumamıza yardımcı olan bir lisan okuludur. Bu eserleri anlayarak okuyan her insan mükemmel bir lisana kavuşur.
Tahkiki iman sayesinde hiçbir güç hiçbir düşman o insanı mağlûp edemez. Kâinatta cereyan eden birçok hadisenin içyüzünü ve hangi anlamları taşıdığını Risâleleri okuyarak anlayabilmek mümkündür.
Denizlerde, karalarda ve gökyüzünde yaşayan canlıların bize ulaştırdığı mesajları tahkiki iman lisanı ile anlayabilir onlarla arkadaş olabiliriz. Zira Kur’ân’ı asrımızın insanlarının anlayabileceği bir lisan ile mükemmel bir şekilde tefsir eden bu eserler havaya suya muhtaç olduğumuz gibi bize lâzımdır. Aksi takdirde bu dünyanın zavallı bir mahlûku ve her şeyden dehşet alan Şeytanın maskarası oluruz. Allah korusun.
22.11.2008
E-Posta: vehbihorasanli@ttmail.com

Çarşaf açılımı ve şapka kanunu

Baykal, çarşaf açılımı ile oy kazanmak sevdasına düşmüştür. Siyasetin tıkandığı bir noktada bu açılımın kendi partisine ve siyasetine faydası olacağı açıktır. Lâkin bu konunun derinine inildiğinde oldukça ilginç tespitler ile karşı karşıya kalmaktayız. Zira kılık-kıyafet konusunda İstiklâl Mahkemeleri o kadar acımasızca kararlar vermiştir ki, bu konunun tartışılması bile günümüz insanları üzerinde şok etkisi meydana getirmektedir.
Öncelikle basında çıkan yazılara baktığımızda medyanın önemli bir görev ifa ettiği anlaşılmaktadır. Şapka İktisaı Kanunu çıkarıldığında ülkede yer yerinden oynamıştır. Gazete arşivleri bu konuda elimize çok ayrıntılı bilgiler vermektedir.
Genel olarak gazete yayınlarında şapkayı övücü, fesi ve feslileri yerici bir içerik hâkim olmuştur. Bu yayınlar kamuoyunun fes giyiminin aleyhine dönerek şapka giymeye hazırlanmasında yardımcı oluyordu. Nitekim bu yayınların etkisiyle halk içinde de feslilerin aleyhine bir hava oluşmuştu. Ortamdan yararlanan bazı şapka taraftarları, feslileri dövmeye kadar varan olaylar çıkarıyorlardı. Yabancı bir yazar Gentizon, bu olayları şöyle anlatıyor:
“Şapka giyenler her yerde külâh giyenlerin karşısına çıktı. Hatta neredeyse çoğu kez baş giysisini değiştirecek yerde feste ısrar edenlere veya şapka giymeyip başı açık dolaşanlara karşı dayak dâhil her türlü enerjik çarelere başvuruldu. Birçok fırsatlarda, sokaklarda, vapurda, gösteri salonlarında “şapka”lar “fes”lere hücum etti. Fes ve fesliler daima yenildi. Fesler şapkalılarca parçalandı. Ayaklar altında ezildi yahut denize atıldı.
“Bu arada yazlık şapka, kışlık şapka, kır şapkası, otomobil şapkası, cenaze törenleri şapkası, kabul resminde giyilecek şapka türleri üzerinde tartışmalar başlamıştı. Gazeteler ‘Hangi şapka nerede giyilir?’, ‘Şapkayı nasıl giymeli?’ gibi konuların işlendiği adab-ı muaşeret köşeleri açmışlar, şapka giyimi ‘kültürünü’ halka öğretmeye çalışıyorlardı.”
Öte yandan hükümet ve gazeteler sürekli halka şapka pahalılığının geçici olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı. Böylece bu konuda oluşan paniğin yatıştırılması amaçlanıyordu. Başka bir sorun, şapkacılardan çoğunun Rum, Yahudi veya ecnebi oluşlarıydı. Bu durumun millî ekonomiye zarar vermesinden korkuluyordu. Bu yüzden, bir ara hükümetin şapka fiyatlarına narh koyması söz konusu olmuştu. O tarihlerde Cumhuriyet gazetesi bu endişeyi şöyle dile getirmişti:
"Şapka imalâthanesi bir an evvel tesis edilmelidir ki, yine paramız harice gitmesin. Fesi de dışarıdan alıyorduk, ama şapka ondan çok daha pahalıdır, üstelik şapkanın modası değişir, herkesin birçok türlü şapka giymesi gerekir. Bir ecnebi de şapka firması kurmak için İstanbul Belediyesine başvurmuş."
Şapka giyiminin kanunlaştırılışındaki amaç göz önünde bulundurulursa, bu anlayış çerçevesinde kadınların dinden ve gelenekten kaynaklanan giyim-kuşamlarının değiştirilmesinin de büyük önem taşıdığı ortaya çıkacaktır. Nitekim Şapka Kanunu ile kadın giyimi arasındaki ilişkiyi değerlendiren Şirin Tekeli, şu yorumu yapmaktadır:
"Amaç açıktı. Din toplumda en fazla kadını mı eziyor? Kadını dinin etkisinden kurtarmak, dinin yüzyıllardır kadına empoze ettiği peçeyi ve çarşafı kaldırmak, din otoritesine indirilecek en büyük darbeydi.
“Mustafa Kemal’in teşhisi buydu(...). Ayrıca hatırlatmakta yarar var ki, bu teşhiste M. Kemal yalnız da değildi. Aşağı yukarı aynı tarihlerde, Orta Asya’nın geri toplumlarını sarsmak ve sosyalist devrime katmak mücadelesi veren Sovyet Yönetimi de işe toplumun en ezilen -feodal baskıya din ve erkek baskısının da eklendiği- kesimi olan kadınları devrime kazanma mücadelesiyle başlamış ve ilk aşamada dinin kadın üzerindeki otoritesini kırmak için peçe ve çarşafın kaldırılması yolunda mücadeleye girişmişti. Mustafa Kemal’in de kadın haklarını böyle ideolojik-politik bir hedef güttüğünü kabul etmek pek yanıltıcı olmasa gerektir. Görüldüğü gibi, kadın hakları için verilen mücadeleyle, dinin etkinliğini kırmak için verilen mücadele arasında diyalektik bir ilişki mevcuttur.
"Nitekim yaklaşık aynı tarihlerde, 1928’lerde Sovyetler’de sadece Özbekistan’da çarşafını çıkarmak istemeyen kadınlarla mücadele sırasında—kayıtlı olarak—28 cinayet işlenmişti. Her yıl 8 Mart “Kadınlar Günü” geldiğinde miting alanlarına doldurulan binlerce kadın çarşaflarını çıkarmak zorunda bırakılıyorlardı. Benzer şekilde Sovyet Azerbaycan’ında da çarşafa karşı yoğun bir mücadele başlatılmış, bu mücadeleyi simgeleyen “çarşafını atarak özgürlüğüne kavuşan” kadın heykelleri kent meydanlarına dikilmişti."
Bu hamur çok su götüreceğinden kısa kesip çarşaf açılımının yıllardır yapılmayan tartışmalara bir zemin teşkil etmesini diliyorum. Aksi takdirde yakın tarihimiz yeterince anlaşılamayacağı gibi, ülkemizdeki problemlerin kaynağını bulmakta zorluk çekeceğimiz aşikârdır.
18.12.2008
E-Posta: vehbihorasanli@ttmail.com

Müslümanlar Ermeni meselesine nasıl bakıyor?

Yaklaşık dört yıl önce Güney Afrika Cumhuriyetinde Senegalli iki mühendis ile ilginç bir konuşma yaptım. Müslümanların ve özellikle de Afrikalıların bize bakış açısını anlamak için faydalı olabileceğini düşündüğüm bu diyalogu okuyucularımla paylaşmak istiyorum.
11 Eylül saldırısının yapılması ve bu eylemin Müslümanlara mal edilmesi ile ilgili olarak bana düşüncelerimi soran Senegalli mühendisler, büyük bir İngiliz ticarî kuruluşunda görev yapıyorlardı. Ne yazık ki almış oldukları eğitim ve çeşitli propagandalar sonucunda Müslümanların ve hassaten Türklerin şiddet yanlısı olduğunu düşünüyorlardı. 11 Eylül saldırısına sahip çıkan Usame bin Ladin’in bu eylemi yaptığına inanıyorlar ve bunun da gayet normal olduğunu iddia ediyorlardı.
Kendilerine “men gatele nefsen bi ğayri nefsihi…” diye başlayan âyeti izah etmeye çalışarak dinimizin insan hayatına verdiği önemi anlatmaya gayret ettim. İngilizce olarak “Yeryüzünde fesat çıkarmamış ve hiçbir insanı öldürmemiş bir insanı öldürmenin, bütün insanları öldürmek gibi olduğunu” söylemeye çalıştım.
11 Eylül saldırısını yapanların kim olursa olsun Amerikan çıkarlarına hizmet amacı ile bu eylemi gerçekleştirmiş olduklarını ve amaçlarının da komünist blok çöktüğü için yeni bir düşman yani Müslümanları öne sürmek olduğunu ifade ettim. Halbuki dinimiz masum olan sivil halk, çoluk çocuk hiçbir insanın öldürülmesine hatta savaşta dahi müsaade etmediğini izah etmeye çalıştım. Dolayısı ile bu eylemi yapanlara sahip çıkmanın bir Müslüman’a yakışmayacağını anlattım.
Müslümanları şiddet yanlısı olarak gösteren ve kan dökmekten zevk alan cani ruhlu insan profiline uygun olduğunu gösteren propagandaların gerçeği göstermekten çok uzak olduğunu ifade ettikten sonra uyanık ve akıllı olunması gerektiğine dikkati çekmeye çalıştım.
Senegalli muhataplarım beni hayretle dinledikten sonra bu âyeti bildiklerini ifade ettiler. Fakat âyetin gerektirdiği gibi Müslümanların hareket etmediğini ve insan hayatına gereken özeni göstermediklerini söylediler. Arkasından çok ilginç bir soru sordular. Benim Ermeni olayları ile ilgili olarak ne düşündüğümü merak ediyorlardı.
Belli ki Fransızlar biz Türkleri çok zalim olarak anlatmışlardı. Zira bu soruyu sorarken biraz da alaylı bir biçimde gülerek bu soruyu soruyorlardı. Yani “Sen böyle konuşuyorsun, ama ataların binlerce Ermeni’yi öldürmüş! Bu bir tezat değil midir?” demeye getiriyorlardı.
Hangi din ve unsurdan olursa olsun masum insanların öldürülmesinin bir cinayet olduğunu söyledim. Bu trajediyi sadece Ermenilerin değil, Müslüman Türk ve Kürtlerin de yaşadığını anlatmaya çalıştım. Tehcir yani zorunlu göç olayının Birinci Dünya Savaşı gereğince alınmış bir tedbir olduğunu, Ruslar lehine Osmanlıya ihanet eden bir kısım Ermeni’nin cephe bölgesinden göç ettirilmesinin savaşlarda sık sık uygulanan bir olay olduğunu izah etmeye çalıştım.
Senegalli mühendisler beni dinledikten sonra herhalde Batı propagandasına fazla maruz kaldıklarını anlamış olacaklar ki biraz da utanarak cevabımdan memnun kaldıklarını söylediler. Belli ki ezberlerini bozmuştum. Hem 11 Eylül saldırısı, hem de Ermeni olayları ile ilgili olarak yanıldıklarını ifade ettiler. Sonra dostluğumuzun daha da pekişmiş olduğunu gösteren sözlerden sonra işlerimiz nedeni ile sohbetimizden ayrılmak zorunda kaldık.
Bu konuşmalardan sonra sömürge yönetimleri altında kalan Müslümanların ne derece olumsuz propaganda altında kaldıklarını daha iyi anlamış oldum. Batılılar çıkarmış oldukları Birinci ve İkinci Dünya Savaşları yetmiyormuş gibi başta Afrika ve Asyalı insanları pırasa gibi doğradıkları halde kendilerini bambaşka göstermişler. Sadece 20. yüzyılda 200 milyon insan Batı dünyasının bitmek bilmez hırsı yüzünden öldürülmüştü. Fakat eğitim ve medya gücü sayesinde bütün bu cinayetlerin üstü örtülmüştü.
Haydi zavallı Afrikalılar 1960’lı yıllara kadar sömürge yönetimi altında kaldıkları için gerçeklere böylesine 180 derece ters düşebiliyorlardı. Fakat kendi insanlarımıza ne demeli?
Ecdadımızı kan dökmekten zevk alan birer barbar olarak anlatan hocalara ve aydınlara ne diyeceğiz? Hayalî kahramanlar üretmek için olmamış olayları yazan tarihçi geçinen insanlar bir gün gerçeklerin su yüzüne çıkağını hiç düşünemediler mi?
Acaba tarihin bu kadar çarpıtıldığı bir başka ülke var mıdır? Umarım, Ermeni meselesi ile ilgili tartışmalar başta yakın tarihimiz ile ilgili gerçeklerin ortaya çıkmasına sebep olur. Zira yıllarca tek taraflı olarak belirli bir ideolojinin yalanları ile yetiştirildik. İtiraz edenlere hiç fırsat vermediler. Fakat kader öyle bir noktadan karşılık verdi ki gerçeklerin ortaya çıkması artık daha kolay bir hale geldi.
Arşivler açılıyor, gizlenmiş belgeler gün yüzüne çıkıyor. İnşallah, arkası gelecektir…
22.12.2008
E-Posta: vehbihorasanli@ttmail.com

Senegal ve köle adası Gore

Yolumuz Senegal’in başşehri Dakar’a düştü. Burada yükümüzü boşaltırken aynı zamanda Senegal’in bu en büyük şehri olan Dakar’ı gezme fırsatı buldum. Bu vesile ile gördüklerimi okuyucularımla paylaşmak istiyorum.
Senegal yaklaşık resmî olarak 11 denilse de yaklaşık 15 milyon nüfusa sahip bir ülke. Dakar’ın 2 milyona yakın bir nüfusu var. Halkın % 90’ından fazlası Müslüman. Özellikle namaza olan özenleri dikkate değer. Kısa bir ifade ile Batı Afrika’nın “Müslüman Kalesi” olarak Senegal’i gösterebiliriz.
Dakar bölgenin Paris’i olarak nitelendiriliyor. Gerçekten de bölgedeki bütün şehirlerden daha çok bakımlı ve güzel. Fas’ı hariç tutarsak bu bölge en emniyetli ve güvenilir şehir. Diğer Batı Afrika’da görülen gasp ve hırsızlık olayları burada çok daha az. Yalnız başınıza sokaklarda gezme imkânına sahipsiniz.
Dakar’da Türk okulları da mevcut. Diğer okullara gitmedim, ama Türklerin eğitim verdiği Kur’ân kurslarını gezme fırsatım oldu. Çok gayretli ve faal kardeşlerimiz ecdatlarına yakışır bir biçimde Kur’ân öğretip İslâm’ın güzelliklerini anlatmaya çalışıyorlar.
Bu hizmetleri küçümsememek gerekir. Zira Arap ülkelerinde ve bizdeki İslâmî yaşayış burada oldukça zayıf. En dikkat çeken husus tesettür konusunda çok ihmalkâr olmaları. Kadınlarda başörtüsü ve tesettür oranı çok düşük. Bizdeki laikçilerin istediği gibi herkes kafasına göre takılıyor.
Fakat namaz ibadetlerinde kadınlar da oldukça titizler. Fakat namazdan sonra yine o tesettür emrini umursamaz kıyafetlere bürünüyorlar. “Hâyâ” kavramını anlatmak için çok büyük emek gerekiyor.
1960’lı yıllarda bağımsızlığına kavuşan Senegal’de Başta Fransızlar olmak üzere Batı Avrupalıların hegemonyası hâlâ devam ediyor. Sömürgecilik başka bir şekilde idame ettiriliyor. Ağaçların şikâyet ettikleri balta ya karşı “Sapı bizden değil mi?” dedikleri gibi Avrupalı olmadıkları halde onlara körü körüne hizmet eden Afrikalıları kim uyandıracak çok merak ediyorum. Bunlar daha önce kölelik yaptıkları Avrupalılara karşı hâlâ köleliği sürdürüyorlar. Küçücük menfaat uğruna ülkelerini zarara uğratmaktan çekinmiyorlar.
Söz kölelikten açılmışken “utanç adası” adı verilen Gore’den de bahsetmek gerekiyor. Malûmunuz bu ada Afrika’da toplanan kölelerin satılmak üzere depolandığı bir ada. Gerçi kölelerin insanlık dışı muamelelere tutuldukları bu adada hiçbir eser bırakılmamış. Hepsini temizlemişler. Sadece müzede gördüğümüz birkaç fotoğrafa rastladık. Fransızlar akıllarınca her şeyi toplayıp temizleyince tarihte yaşanan ve köleliğin en büyük üssü alan bu adada yaşanan felâketleri unutturacaklarını sanıyorlar. Sevsinler sizi…
Evet, köle tüccarları yüzyıllarca bu adayı dağıtım merkezi olarak kullandılar. Bugün ABD’ye başkan seçilen Obama’nın babası her ne kadar Müslüman bir Kenyalı ise de zenci atalarının neredeyse tamamı bu adadan Amerika’ya taşınmışlardır. Şimdi ABD’nin % 15’ine ve Karayip Denizindeki adaların ise büyük çoğunluğuna sahip olan zenciler insanlık dışı işkenceler altında vatanlarından koparıldılar. Kökler dizisindeki “Kunta Kinte” tiplemesi yaşanan vahşetin çok küçük bir karesini yansıttığı halde bütün dünyada etkili olmuştu.
Gore Adası, Dakar’ın hemen yanıbaşında ve yolcu motorları ile yarım saatte ulaşılabilinen turistik bir yer. Adada yaklaşık 2 bin civarında insan yaşıyor. Küçük bir camisi var ve burada bizi gezdiren arkadaşımızla ikindi namazını kıldık. Buna mukabil oldukça büyük bir kilise mevcut. Malta bayrağı çekilmiş bu kilisede Pazar ayininden sonra dans edip oynayan Afrikalılara rastladık. Müziğin sesi adanın her yerinden duyuluyordu. Yine bu kiliseye ait olduğunu sandığım bir de yatılı kız okulu var. Zira biz adadan ayrılırken kız öğrenciler yolcu motoruyla okullarına dönüyorlardı.
24.12.2008
E-Posta: vehbihorasanli@ttmail.com