18 Ocak 2009 Pazar

Dünya bize tur bindirdi




Dünyada pek az kişinin yaşayabildiği ilginç bir hatıramı, Genç Yaklaşım Dergisi okuyucuları ile paylaşmak istiyorum.Ticaret gemileri ile sefere çıktığımın ikinci yılıydı. II. Kaptan olarak atandığım bir gemiye, İstanbul Boğazı geçişinde katılmıştım. Gemimiz,
Panama Kanalını geçerek sırası ile Kostarika, El Salvador ve Guatemala’ya gidecekti.
Akdeniz ve Atlas Okyanusunu 15 günde geçerek Panama’ya geldik. Burada 3 havuza girerek deniz seviyesinden yaklaşık 100 metre yükseklikte suni bir göl olan Gatun Gölüne çıktık. Yarım günlük bir kanal geçişinden sonra yine 3 adet havuza girerek bu sefer Pasifik sularına indik.
Yükümüzü planlanan limanlara tahliye ettikten sonra, boş olarak Kanada’nın Vancouver limanına hareket ettik. Buradan yüklediğimiz sülfür maddesini Malezya’ya götürecektik.
İşte anlatacağım ilginç yolculuk da böylece başlamış oldu.
Denizde zaman karadakinden farklıdır. Eğer batıya doğru gidiyorsanız günler uzamaya, doğuya doğru gidiyorsanız kısalmaya başlar. Her 15 derecede bir, saatlerinizi 1 saat ileriye veya geriye almak zorundasınızdır. Aksi takdirde yerel saat adını verdiğimiz bölgenin kullandığı saatten farklı bir saati kullanmak zorunda kalırsınız ki, bu durum işlerinizi bir hayli güçleştirecektir. Bu nedenle batıya giderken iki günde bir defa saatlerimizi geri alıyorduk. Yolculuğumuz süresince bir günümüz ortalama 24,5 saat sürüyordu.
Bütün insanlar bir günü 24 saat olarak yaşıyorken bizim yarım saat fazla geçirmemiz tuhaf bir durum meydana getiriyordu. Fazladan yaşadığımız bu saatlerin bir telafisi olmalıydı ve Kanada’dan ayrıldıktan bir hafta sonra bunun bedelini ödemek zorunda kaldık.
179 Derece Batı Boylamının sonuna gelmiştik. Haritalarda “Gün Değiştirme Çizgisi” adı verilen 180 Derece Boylamı yazıyordu ki, bu boylamı geçerken gemi jurnaline bir gün ilave etmek zorunda kalmıştık.
Günlerden salıydı fakat ertesi gün çarşamba olması gerekirken bir gün sonrasını yani perşembe gününü yazmıştık. Anlaşılan her gün fazladan yaşadığımız yarım saatlerin bir bedelini bu noktada ödüyorduk. Sonunda çarşamba gününü hiç yaşamadan yolumuza devam ettik.
Malezya’da gemiden ayrılarak İstanbul’a döndüm. Jules Verne’nin “80 Günde Devri Âlem” romanına nazire yaparcasına 77 gün sonra evime geri gelmiştim. Fakat evime döndüğümde takvime göre 78 gün geçtiğini görüyordum. Maaşımı da 78 gün olarak almıştım. Kısaca söylemek gerekirse bir gün daha az yaşamış ve çalışmış olmama rağmen fazladan 1 gün ilave edilmişti.
İşte bu yolculuğumun diğer seferlerden farklı olmasına bu “Gün Değiştirme Çizgisi” neden olmuştu. Haritalarda “International Date Line” adı verilen bu çizgiden geçen her yolcu, takvimini 1 gün öncesine veya sonrasına almak zorunda kalır.
Ben “böyle bir şey yapmayacağım” diyemezsiniz, zira bulunduğunuz ülkenin tarih ve zamanına uymak zorundasınızdır. Aksi takdirde her şey karışacaktır.
Evet, dünyanın yuvarlak olduğunu böylece test etmiş oldum. Gerçekten de yuvarlakmış! Eğer İstanbul’a döndüğümde yaşadığım gün sayısı İstanbul’dakiler ile aynı olsaydı “dünya yuvarlaktır” denilemezdi. Zira dünyayı enine doğru bir defa dolaşan bir insanın 1 gün daha az yaşaması gereklidir.
Bizde Macellan’ın yolculuğunda olduğu gibi dünyayı batıya doğru giderek kat etmiştik. “Formula 1” yarışlarına benzetecek olursak, dünya bize bir tur bindirmiş oldu. Bu sayede bir gün daha az yaşamış, güneşin doğuş ve batışını bir gün eksik görmüştük.
Macellan, bizden farklı olarak Güney Amerika’nın güneyine inmiş, kendi adı verilen boğazdan geçerek Endonezya sahillerine kadar gelmişti. Bu meşhur Portekizli kaptanın burada talihi yaver gitmemiş, yerliler ile girmiş olduğu çatışmada hayatını kaybetmişti. Fakat denizci arkadaşları seferlerini tamamladılar ve batıya doğru yelken açmışken doğudan ülkelerine dönmüşlerdi.
Bugün hâlâ Macellan’ın gittiği yoldan batıya doğru ilerleyen gemiler var. Zira Panama Kanalı belirli bir büyüklükten sonraki gemilere hizmet veremiyor. Panamax adı verilen gemiler de, işte bu kanaldan geçebilecek tonaja sahip gemilere verilen isimdir.
Dünya ile bir hesabım olduğu kanaatindeyim zira o bana bir tur bindirdi. Eğer bir gün, bu sefer doğuya doğru kat edersem, ben de ona bir tur bindireceğim ve böylece eşitlenmiş olacağız.
Bu noktadan sonra şakayı bir kenara bırakıp, bu ilginç yolculuktan bir tefekkür dersi çıkarmak istiyorum. İşte saniyede 30 km. hızla hareket eden ve top mermisinden en az 60 kat daha hızlı hareket eden bir macera dolu dünyada yaşıyoruz.
Dünyamızın kendi ekseni etrafındaki dönüş hızı ise ekvatorda yaklaşık 20 km. civarındadır. Ses hızının saniyede yaklaşık 0.2 km. olduğunu düşünecek olursak, muazzam bir sürattir bu. Örnek verecek olursak, dünyanın yanında Ay kadar büyük bir insan bağırsa süratinden dolayı dünyaya sesini ulaştıramaz. Keza top mermisinden de 60 kez daha hızlı hareket ediyoruz. Fakat gelin görün ki, dünya üzerinde yaşayan insanların ne başı dönüyor, ne de okyanuslar, denizler göğe savruluyor. Çok hassa bir denge ve muntazam bir gemi üzerinde hareket ediyoruz.
Bu geminin kazan dairesi yok, lakin çekirdek ve manto adı verilen cehennem gibi erimiş metallerden oluşan bir yapısı var. Bazen gafil insanları uyandırmak için lavların yeryüzüne çıktığını görüyoruz. Dünyanın büyüklüğüne göre incecik bir tabaka olan yeryüzü kabuğunun insanların yaşayabileceği şekilde korunması, hiç de tesadüf olacak bir şekilde değildir.
Cenab-ı Allah’ın kudret ve tasarrufunda bulunan zeminimiz gemilerin hareket ettiği deniz üstünde değil ama binlerce derece sıcaklıktaki erimiş sıvı metal denizlerinin üzerinde yüzmektedir.
Yukarıda ilginç gelebilecek bir yolculuğu anlatarak bu yolculuktan binlerce kat daha fazla ilginç ve mu’cizevî olaylara sahne olan dünya yolculuğuna dikkati çekmek isterdim. Eğer bir parça muvaffak olabildimse ne mutlu bana. Sözümü Bediüzzaman’dan aldığım bir cümle ile noktalamak istiyorum:
“Gözlerini kapayanlar, gündüzü sadece kendileri için geceye çevirebilirler”, vesselam…


© GencYaklasim.com

Denize kilit vurmak: Cebelitarık




Denizlere hâkim olan cihana da hakim olur demiş, Hızır Hayrettin Paşa. Gerçekten de dünyanın dörtte üçünün denizlerle kaplı olduğu keşfedilince Barbaros’un sözlerinin haklılığı ve strateji konusunda büyüklüğü daha iyi anlaşılmaya başlamış.
Fakat öyle kara parçaları vardır ki, denizlere adeta bir kilit vurur. Gelibolu yarımadası gibi... Çanakkale’nin karşısında küçük kasabaya Kilitbahir denmesinin nedeni de bu olsa gerektir. Zira Gelibolu yarımadası bir zamanlar Karadeniz’in kilidi olmuştur. Koca İngiliz ve Fransız donanması bu küçücük kara parçası için aylarca mücadele etmiş, fakat sonu hüsran ile biten bir savaş sonucunda bu kilidin denizgücü ile aşılamayacağını anlamıştı.
Nitekim yüz binlerce asker ile tekrar saldırdılar. Bu defa karadan geliyorlardı. Sonunda Türk askerinin imanlı gücü sayesinde yine yenilgiye uğradılar. Karadeniz ve Çarlık Rusya’sı elden gitmişti. Müttefikler güçlü bir ordudan yani Ruslardan mahrum olarak savaşa devam etmek zorunda kalacaklardı. Fakat ABD ve İtalya’yı elde etmeyi başarmışlardı. Almanya ve Avusturya’da komünistler büyük grevlere başlamış, bu ülkelerin savaştan yenik çıkmalarına neden olmuşlardı.
Gelibolu gibi başka bir yarımada, Gibraltar’da Akdeniz’e kilit vurmaktadır. Küçücük bir yarımada olan Gibraltar, II. Dünya Savaşında İngilizlerin deniz hâkimiyetini sağlamasında büyük bir rol oynamıştır. Akdeniz’in birçok kıyısını ele geçiren Almanlar bu kilitten mahrum kaldıkları için deniz hâkimiyetini ele geçirememiş ve savaştan yine yenik çıkmışlardır.
Gibraltar ya da eski ismiyle Cebelitarık’a iki defa gittim. Bir defasında makine parçası onarımı için, diğerinde ise yakıt alımı için bu küçük toprak parçasını ziyaret etme fırsatı buldum. Bu yazıda da izlenimlerimi sizinle paylaşmak istiyorum.
Tarık bin Ziyad, bu toprak parçasına adımını attığı zaman gelmiş olduğu gemileri yakmıştı. Zira geri dönmeyeceğini kararlı bir şekilde göstermiş oluyordu. Hicri 2. yüzyıl miladi 811’deki bu olaydan sonra Müslümanlar İberik Yarımadasına yerleşmişler ve bu bölgede büyük bir İslam medeniyeti kurmuşlardı. Yaklaşık 800 yıl boyunca devam eden Endülüs Emevi uygarlığı, Avrupalıların ortaçağ karanlığından kurtulmasına neden olmuştu.
Temizlik kültüründen bihaber Avrupalılara, Endülüs öğretmen olmuş yüz binlerce insanın salgın hastalıktan ölmesinin önüne geçmişlerdi. Zira o dönemde Avrupalılar o kadar cahil idiler ki, mikropların varlığından habersiz, hastalıkların nedenini cinlerin insanın içine girmesi olarak zannediyorlardı. Doktor olarak büyücüler vardı ve bazen insanları yakarak hastalıkları önlemeye çalışıyorlardı.
Pozitif bilimlerde de Avrupa zırcahil idi. Sıfır sayısı bilinmiyordu ve hâlâ Romen rakamları ile toplama çıkarma yapmaya çalışıyorlardı.
Bu büyük uygarlık sekiz asır sonra çöktü ve hiçbir Müslüman kalmayacak şekilde engizisyon mahkemeleri ile yok edildi. Şimdilerde yeniden Endülüs Uygarlığı araştırılıyor. Avrupa’nın gelişmesindeki önemli rolünden dolayı araştırmacıların hayranlığını kazanmış durumda.
Gibraltar’a, İngiliz dominyonu olmasına rağmen, küçük bir devlet de denilebilir. Köşesinde Britanya Krallığı sembolü olan beyaz zemin üzerinde hisar şeklinde bir bayrağı vardır. Bu ülkeye niçin Gibraltar (cibraltar diye okunur) denilmiş, biraz da o konuya değinmek yerinde olur..
Asıl ismi Cebeli Tarık olan bu yarımada İngiliz dilinde bozularak Gibraltar adını almış. Peki, neden acaba Ceziretül Tarık değil de Cebeli Tarık, yani yarımada değil de dağ denmiş biliyor musunuz? Çünkü bu yarımada üzerinde adeta yekpare bir taşa benzeyen bir dağ var. Dağın batı tarafı küçük bir körfeze bakıyor ve tek yerleşim yeri de burada bulunuyor. Bu ülkeye şehir-devlet denilebilir zira başka bir yerleşim yeri yok.
Cebeli Tarık oldukça yüksek bir dağ. Belirli bölgelerde denize 90 derece eğimle iniyor yani sarp uçurum. İngilizler bölgede su imkânı kısıtlı olması nedeniyle dağın yamacına yağmur göletleri kurmuşlar. Ayrıca dağın içi tünellerle dolu.
Dağın tepesinde askeri gözlemevi var. Stratejik önemi dolayısı ile İngiltere bu yarımadayı hiçbir zaman gözden çıkarmamış. Burada İspanya ile kavgalı olmasına rağmen toprağından asla vazgeçmek istemiyor.
İspanyolların İngilizlerden nefret ettiğini anlamak için uzman olmak gerekmiyor. Zira Yarımada her taraftan ablukaya alınmış. Karadan giriş çıkış son derece sınırlı. Genellikle deniz ve hava yolu ile giriş çıkış yapılıyor.
İspanya ile sınır neredeyse birkaç yüz metre boyunda. Yarımada ile nötral zon dedikleri ara bölge var. Bu bölgenin hemen yanında denizi doldurarak elde edilmiş küçük bir havaalanı var. Fakat uçaklar devamlı inip kalkıyor. Zira ada geçimini daha çok turizmden sağlıyor. Balıkçılık da önemli bir geçim kaynağı olmuş.
Dağın güneyine “Europoint” adını vermişler. İlginç olan şey burada mimarisi çok güzel olan büyükçe bir camii var. Cemaati da var mı bilemiyorum. Çünkü yeterli vakit olmadığı için ziyaret edemedim.
Adada az sayılmayacak Mağripli Müslüman yaşıyor. Şehri gezerken sık sık karşımıza çıkıyorlardı, selamlaşıyorduk. İşyeri sahibi olanları da var. Akşam ezanını duydum fakat camiye yetişmek kısmet olmadı. Yakıt alımı bittiği için gemiye dönmek zorundaydım. “Bir başka sefere nasip” diyerek ayrılmam gerekti. Bu arada küçük alışverişler de yapma fırsatı buldum. Beraber gezdiğimiz elektrik zabiti kulübeden telefon ediyordu. Babası sormuş Cebeli Tarık neresidir diye? Ben de “Fas ile İspanya arasında bir yer” dedim. Bir anda dükkân sahibi elini ağzına götürerek yavaş sesle konuşmamızı istedi. Elektrik zabiti şaşırmıştı. Bana İspanya adını telaffuz etmememizi söyledi.
Daha sonra dükkân sahibine İngilizce olarak “Niye?”diye sordum. Bana İspanya’nın adını anmanın iyi olmadığını, sorun çıktığını anlatmaya çalıştı. Demek ki İspanyollarla ciddi problem yaşıyorlar. İspanyolların güneylerinde bir çivi gibi duran bu ülkeden şikâyet etmeye hiçbir hakları yok. Zira kendileri de Ceuta ve Melila’da Fas devletinden kara parçası almışlar. Gibraltar’a egemenlik vermek istemiyorlar ise, kendilerinin de bu topraklardan çıkması gerekir.
İngilizler Gibraltar’da gerekli nüfus yoğunluğunu sağlayamadıkları için adaya Arap göçmen kabul ediyorlar. Güneydeki cami de bunun bir göstergesi. İspanya’ya karşı Arap kartını ortaya sürüyorlar. Buna mecburlar aksi takdirde adada yaşayacak İngiliz bulamayacaklar. Yukarıda değindiğim gibi İspanyol ablukası çok şiddetli. Ellerinden gelse nefes bile aldırmayacaklar ama, yarımadada uzun yıllar boyunca kendi kendine yetecek kadar stok var. Sularını bile yağmurdan elde ediyorlar. Yakıtımızı ucuz olduğu için buradan aldık. Diğer şeyleri varın siz hesap edin.
İşte Cebeli Tarık boğazına adını veren, Akdeniz ile Atlas Okyanusu arasında böylesine küçücük bir devlet var. İngilizler her ne pahasına olursa olsun buradan vazgeçmek istemiyorlar. Fakat her şeyin başı nüfus. Eğer halk yok ise, toprak parçasını elde tutmak ta o kadar zor. İngiltere sadece Gibraltar’da değil dünyanın birçok yerinde benzer bir sorunla karşı karşıya kalmış durumda. Kanada’dan Avustralya’ya, Güney Afrika Cumhuriyetinden Gibraltar’a kadar yönetimi elinde tutmak için insan unsuruna ihtiyaç duyuyor. Bu konuda en büyük desteği Müslümanlardan alıyor. Çünkü Müslümanlar diğer toplumlara göre daha medeni ve uysal. İngiltere Veliahdı Prens Charles’ın Müslümanlığa ilgi duymasının nedenlerinden biri bu husus olmasın sakın…


© GencYaklasim.com

Denizin rengi




Bir gün kızım annesine şunu söyler: “Anne ağabeyime niçin renkli gözlü diyorsunuz? Ben bakıyorum hep mavi, hep mavi.”Kızım! Türkçe’deki mecaz anlamını bilmediği için böyle söylemişti. Fakat siz hiç düşündünüz mü?
Denizlere niçin Karadeniz, Akdeniz ve Kızıldeniz gibi isimler verilmiştir. Denizler renkli olduğu için mi böyle deniliyor acaba?
Bir parça tefekküre vesile olması dileği ile cevabını vermeye çalışayım.
Denizin rengi; bulunduğu bölgeye, mevsime, suyun kimyasal özelliklerine ve hatta içinde yaşayan canlılara göre değişkenlik göstermektedir. Suya rengini veren en önemli şey gökyüzü ve gökyüzündeki renklerdir. Eğer gökyüzü mavi ise ultramarine denilen derin mavi rengi, gri bulutlar ile kaplı ise gri rengin her tonu denizin rengini gösterir.
Akşam güneşin batması ile veya sabah doğarken gökyüzünün kızıla boyanması denizin renginin de değişmesine yol açar. Pekiyi bazı büyük denizlere verilen adlar da gökyüzünün aldığı renkten dolayı mıdır?
Pek öyle söylenemez. Zira sahillere yakın sularda ve 50 metreden daha sığ sularda hâkim renk yeşildir. Genelde denizin dibindeki kum sarı renklidir. Gökyüzündeki mavi renkle birleşince yeşil renk ortaya çıkar. İşte sahillerdeki güzellik bu renk kaynaşması ile meydana gelir. Zaten yeşil ve mavi renkler dinlendirici renk diye tarif edilir. Gerçekten de denizlere ve ormanlara bakarak tefekkür ettikçe, insan zihnen dinlenmiş olur. Bu yüzden tatil köyleri genellikle denizle ormanın birbirine karıştığı yerlerde inşa edilir.
Nehirlerin denizle kaynaştığı yerlerde ise denizin rengi kahverengidir. Çünkü toprağın ve alüvyonun rengi, kahverengidir.
Bir zamanlar gemi ile gittiğim Arjantin ve Uruguay arasındaki denizin ve Hindistan’daki Bombay Körfezinin kahverengi olduğunu görmüştüm. Elbette sadece bu bölgelerde değil, birçok delta açıklarında da denizin rengi kahverengidir.
Denizlerde yaşayan bitkiler ve hatta planktonlar da denizin rengini farklı hale getirebilir. Örneğin Kızıldeniz’de yaşayan bir tür canlı organizma aktif olduklarında deniz zaman zaman kızıl bir renge bürünmektedir. Bir ara İzmit Körfezinde de benzer bir canlı türü yüzünden Körfez kızıla boyamıştı.
Bazı denizlerde ve özellikle de Karadeniz’de bol miktarda sülfür bulunur. Bu nedenle özellikle sığ olan sahil kesimlerinde denizin rengi siyahlaşır. Belki de bu yüzden denize Karadeniz denilmiştir.
Denizaltıların Karadeniz’de derinlere dalması pek istenilen bir durum değildir. Zira sülfür oranı dibe daldıkça artar ve denizaltı saçlarının aşınmasını ve paslanmasını çabuklaştırır.
Yeri gelmişken denize renk veren ilginç bir olayı daha söyleyeyim; birçok insan ay ışığının denizde yansımasına “yakamoz” der. Fakat bu isimlendirme çok yanlıştır. Yakamoz ışık yansıması değildir. Yakamoz, hurdebini yani mikroskobik deniz canlılarının ısı kayıpları ile meydana gelen fosfor ışımasıdır.
Yakamoz görmek istiyor isek, mehtap ışığı veya herhangi bir ışığın olmadığı zamanları ve mekânları seçmeliyiz. Zira yakamoz, ışığı sevmez. Zifiri karanlıkta ve özellikle de Hint Okyanusunda, Arap Denizi açıklarında çok görülür.
Yakamoz bazen o kadar yoğun bir şekilde meydana çıkar ki, deniz adeta süt rengini alır. Bembeyaz bir ışıltı her tarafı kaplar. Öyle olur ki, gemilerde vardiya tutan denizciler korkudan içeriye yani dümen evine kaçarlar.
Kısaca denizler, tefekkür için her türlü ihtişam ve güzelliğin bulunduğu mekânlardır. İşlerin yoğunluğundan, dünyevî meşgalelerden arada sırada kurtulup bize cennetin bir numunesi olarak gösterilen bu güzellikleri tefekkür etmek, en akıllıca işlerin başında gelir.
“Ben deniz kenarında yaşamadığım için böyle bir fırsatım yok” diyenlere, denizlere çoğu zaman rengini veren gökyüzüne bakmayı ve tefekkür etmeyi öneriyorum. Gece bir başka, gündüz bir başka güzel olan gökyüzü sahil kenarlarına gitmeyi de gerektirmez. Başımızı bir parça kaldırsak bu eşsiz güzelliği fark edebiliriz.
“Ben tefekkür etmesini bilmiyorum, bana bu konuda yardımcı olur musunuz?” diyenlere, Bediüzzaman’ın adı gibi güzel olan kitaplarını öneriyorum. Tefekkürün birbirinden eşsiz binlerce yolunu bu kitaplar aracılığı ile bulabilirsiniz.
Risale-i Nurları okuma fırsatı bulan her insan, kâinata “Rabbimizden yani bizi terbiye eden Yaratıcımızdan gönderilmiş bir mektup” nazarı ile bakabilir. Bir parça zaman ayırmak, düşünceye dalmak yeterlidir.
Peygamber Efendimiz, tefekkür etmenin bin yıllık nafile ibadet etmekten daha üstün olduğunu buyurmuştur. O halde ne duruyoruz, deniz kenarlarına eğer yoksa kırlara koşalım. Cenab-ı Allah’ın bizlerin okuyup anlaması için göndermiş olduğu mektupları okuyalım. Eğer bunun bir parça tadını alabilirsek eğer vazgeçemeyeceğimizi düşünüyorum.
Ne dersiniz, denemesi bedava…

Vira Bismillah ne demektir?


Bazı arkadaşlarım “Vira Bismillah” başlığı ile ilgili olarak, denizcilik ile ilgili bir şey olduğunu bildiklerini fakat ne anlama geldiğini yazmamı istediler. Başka okuyucuların da merak edebileceğini düşünerek bazı denizcilik terimlerini anlatmaya çalışayım.Vira kelimesi büyük bir ihtimalle Latince bir kelime olup “almak, çekmek” anlamına gelir. Bütün denizciler Alman olsun, Rus olsun vira denildiği zaman ne anlama geldiğini bilirler. Hatta birçok ülkede bu kelimenin kendi lisanlarında karşılığı yoktur. Örneğin Ruslar bizdeki gibi almaya “vira” bırakmaya da “mayna” derler.Denizcilikte yüzlerce kelime Latinceden alınmıştır. Bazı ülkelerin lisanlarından da kelime alınmıştır fakat Ceneviz ve Venediklilerin kullandıkları lisan olan “Latince” en fazla katkı yapan lisan olmuştur.Müslümanlar daha Dört Halife döneminde denizlere açılmışlar, Sardunya, Sicilya ve Kıbrıs gibi Akdeniz’in en büyük adalarını feth etmişlerdi. Keza Türkler de Anadolu’ya geldikten hemen sonra denizlere açılmışlar, Emir Çaka Bey tarafından büyük bir deniz devleti kurmuşlardı. Fakat ne yazık ki Anadolu Selçuklu Hükümdarı Kılıç Arslan ile savaşan bu devlet yenilince Türkler denizcilikte bir müddet duraksama yaşamış Barbaros Kardeşler döneminde ise yeniden dünyanın en önemli deniz gücüne sahip millet haline gelmişlerdir.Denizciliğe Türklerin katkısı oldukça fazladır fakat bu konuda yeterince bir çalışma yapılmamıştır. Gerekli çalışmaların yapılacağını ümit ederek konumuza dönelim.Türklerin en önemli hususiyeti İslâma olan bağlılıklarıdır. Hiçbir millet İslâm uğruna bu kadar çok şehit ve gazi vermemiştir. Kur’ân’da bu husus Rabbimiz tarafından “Ben öyle bir millet göndereceğim ki onlar kâfirlere karşı izzetli ve Müslümanlara karşı da alçak gönüllüdür, onlar Allah’ı sever Allah da onları sever” buyurmaktadır. Tarihte Türklerden başka bu övgü ve senaya masadak olmuş bir millet görülmemiştir.Şehit ve gazilerin mühim bir kısmı da denizcilerdir. Araplardan sonra özellikle Türk denizcileri Akdeniz’i adeta bir Türk Gölü’ne çevirerek, insanların serbest bir şekilde ticaret yapmasına ve inançlarını özgür bir biçimde yaşamalarına imkân tanımışlardır. Hâlbuki daha önceki dönemlerde özellikle Hıristiyan korsanlar bütün sahil şeridinde yaşayan topluluklara zarar veriyorlardı.Türkler, Arap ve Latin denizcilerin tecrübelerinden istifade etmişler denizcilikte bu milletlerden aldıkları kelimeleri de kullanmışlardır. Fakat bu kelimeleri kullanırken bir nevi Müslümanlaştırmışlar, her hayrın başı olan besmeleyi ihmal etmemişlerdir. Örneğin demir alırken sadece “vira” ve demir atarken “funda” dememişler, “vira bismillah ve funda bismillah” emirlerini kullanmışlardır. Hatta deniz askerleri bugün bile atış yaparken sadece “salvo” emrini kullanmaz “bismillah salvo” emrini kullanırlar.Bahriyede görev yaparken ençok sevdiğim şey; gemi komutanının “bismillah salvo” diyerek atış emrini vermesidir. Belki de bu nedenle çok başarılı atışlar icra ettik. Defalarca birinci olup ödüller kazandık.Sivil hayatta da aynı tabirler yine karşımıza çıktı. Demir alırken “vira bismillah” atarken “funda bismillah” emirleri kullanılıyordu. Hiçbir güç Türklerin geçmişleri ile ilgili olan bu derin bağlılıklarını koparmaya yetmemişti. Ezan değiştirilmeye çalışılmış, minarelerden tangır tungur gürültü çıkarılmışken denizcilerin besmelesini değiştirememişlerdi. Askerler yine ‘Allah Allah’ diyor, denizciler besmelesiz işe başlamıyorlardı.Bu memnuniyet verici hadiseyi yazılarımın başlığı için kullanmayı uygun gördüm. Kâzım Bey’e önerdiğim birkaç başlıktan “Vira Bismillah” başlığı uygun görüldü. Ben de seve seve bu başlığı kullanmaya devam ettim.Cenabı Allah, bütün güzel ve hayırlı işlerimizde besmele ile başlamayı nasip etsin, amin.

Denizcinin Tanımı


Kemal Murat Güler isimli bir denizci kardeşimiz “Deniz Haber” adlı internet sitesinde çok güzel bir tarif yapmış. Denizciliğin tarifini yapalım, adlı makalesinde bakın neler söylemiş.“Denizci her şeyden evvel yürekli insandır. Cesurdur... Çünkü başka turlu denizlere kafa tutamaz o.Denizci yaşadığı ortama, yani gemiye ve çalışma arkadaşlarına karşı merttir. Sözünün eridir. Denizin kendiside merttir. Yalanı affetmez hemen yüzüne vurur...Denizci çalışkandır. Tembel denizci bir seferlik yolcudur...Denizci özlem adamıdır. Özler. Özlenir. Kavuşmanın ne güzel bir şey olduğunu ondan daha iyi kimse bilmez...Denizci duygu adamıdır. Şairlerin kıskanacağı doğanın en güzel manzaralarını o görür. O yaşar ilk defa görünen ve bir daha dünyada görünmemek üzere kaybolup giden güzellikleri denizlerde...Denizci bilgedir. Çok okur. Hatta yazar. Sürekli yalnızlığı bazen akil almaz büyüklüğe erişir. Allah’ın yarattığı doğanın ihtişamı karşısında kendini aciz hisseder. Tüm bunlar bilgeliğinin elinde onu hoş görülü ve anlayışlı yapar.İnsanı sever. Yalan ve iftiradan uzak durur.Denizcinin kalbi sevgi doludur. Onu güçlü kılan sevdiklerine olan bağlılığıdır...Denizci dosttur. Arkadaştır, Sefer dönüşü hep o arar arkadaşlarını, dostlarını. Unutulmuşluğunu bilse bile.Denizci nankör değildir. Milyonlarca çeşit canlıyla paylaştığı denizlerini kirletmez... Onu ibadet yeri gibi temiz tutar. Çevre bilinci yüksektir.Denizci için emanet kutsaldır. Gemisi ve taşıdığı yük onun namusudur.Denizci güvenilir adamdır. Binlerce hatta milyonlarca insani ilgilendiren ticari yolculuklar sadece onların ellerine teslim edilir.Denizci paylaşmayı bilir. Adalet duygusu gelişmiştir. Çünkü denizde yaşamın başka türlü olmayacağını bilir. Adalet "kutup yıldızı gibidir geri kalan her şey onun etrafında döner" (Eflatun) sözünü iyi bilir.Denizci iyi bir yurttaştır. Gittiği ülkelerde ülkesini temsil ettiğini unutmaz. O bilinçle hareket eder.Denizci varlığının nedenini kavrayarak ve yaşamın mucizesini anlayarak her gün şükrederek yaşar. Selametini Allahın adıyla anarak dualaştırır. Bunu her gün yapar.Denizci ismini her gün kucağında uyuduğu, uyandığı hatta canını verdiği denizden almıştır... Çünkü onunla özdeştir artık. Oysa karada çalışanlara karacı denmez.Hulasa denizci farklıdır... Ne demişti Yunanlı filozof; insanlar ikiye ayrılır, denizciler ve olmayanlar... Dolayısı ile bu farklılığın önemini algılamak denizci gibi hareket etmek büyük bir sorumluluk gerektirir.Allah bütün denizcilere selamet, karada çalışıp Türk denizciliğine her kademede her sektörde emek veren arkadaşlarımıza da kolaylıklar versin... İyi bir denizci ve daha da önemlisi iyi bir yurtsever olmanın her zamankinden daha fazla önem kazandığı şu günlerde Türk denizcisinin ayrışmasına değil birliğine olan öneme dikkat çekerek yazımı sonlandırmak istiyorum.Sevgiler herkese…”Bu makaleye ben de bir yorum yazarak teşekkürlerimi bildirdim. Ayrıca başka bir denizcinin yazdığı gibi gideceğim her gemide bir nüshasını salonlara asacağım.Kemal Murat Güler kardeşimiz gibi bu sektöre emek veren tüm denizci kardeşlerime hayırlı seyirler diler sahili selamete kavuşmalarını Yüce Rabbimden niyaz ederim.

Donanma elektrik lambaları


Bahriyede iken bayram günleri “tenvirat” adını verdiğimiz gece aydınlatması yapardık.
Ben yaklaşık dokuz yıl muhrip tipi gemilerde görev yaptım. Bu tip gemiler bizim savaş gemileri içinde en büyüklerindendi. Fırkateyn adını verdiğimiz gemiler inşa edilmeden önce donanmanın en güçlü
gemilerinden olması hasebiyle, muhriplerde çalışmak bir ayrıcalık sayılırdı.
Donanmada sadece iki muhripte güdümlü mermi vardı. Bunların birinde güdümlü mermilerden sorumlu Silah Elektronik Subayı olarak görev yapıyordum. Aradan yirmi yıl geçmesine rağmen kullandığımız “Harpoon- Mızrak” güdümlü mermisi bugün bile kendi sınıfının en güçlü mermileri arasında yer almaktadır. Bu mermi ile ilgili üretici firma yetkilileri dâhil olmak üzere birçok uzmandan çeşitli eğitimler aldım.
Görevimin ayrıcalığı ve gemimizin özellikleri nedeniyle pek keyifli anlar yaşamıştım. Bunlardan bir tanesi de işte bu “tenvirat” ışıklandırmasıdır.

Sadece İstanbul’un değil, İzmir ve Çanakkale’nin önemli günlerinde şehrin karşısına demirler, fenerlerimizi yakardık. Bediüzzaman’ın “donanma elektrik lambaları” şeklinde ifade ettiği tenvirat aydınlatması çok güzel bir manzara oluştururdu. Ayrıca havai fişek ve maytapları ateşleyerek daha da güzel bir manzara meydana getirirdik.

Yeri gelmişken havai fişek atılması ile ilgili bir hatıramı aktarayım:
18 Mart Çanakkale Zaferi ile ilgili kutlamalar esnasında gemimize onlarca havai fişek gönderildi. Bu fişekler ısıdan kolayca etkilendiği için, çok dikkatli bir şekilde muhafaza edilmesi gerekiyordu. Muhafaza ve atılması görevi bana verilmişti. Muhafaza edilmesi bizim için kolaydı zira binlerce adet cephaneyi depoluyorduk. Lakin havai fişek atılması için hiçbir tecrübemiz yoktu. Sadece çocukken füze adını verdiğimiz küçük şeyleri atar, eğlenirdik.

Şimdi ise düzenli bir şekilde onlarca havai fişeği atmam gerekiyordu.
Sonunda kola şişelerinden ve kasalarından bir çeşit rampa yaptım. Geminin “kıçüstü” adını verdiğimiz geniş bir alanında bunları sırayla dizdim. Gece olup ateşleme zamanı gelince sırayla ateşledim. Görüntü gerçekten çok güzel olmuştu.
Gemiler, tenvirat aydınlatması ve havai fişek gösterisi ile çok güzel bir manzara meydana getirmişlerdi. Ertesi gün gemimizi ziyarete gelen sivil ve askeri yetkililer kutlamanın gerçekten adına yakışır bir biçimde olduğunu söylediler. Biz de yaptığımız işten oldukça keyif almıştık.

Şimdi yine gemilerde çalışıyorum. Fakat savaş gemilerinde değil ticaret gemilerinde. Görevim gereği denizi gözlemek ve emniyetle seyir yapmak zorundayım. Bizler sadece gündüz değil gece de seyir yaparız. Elbette gece boyunca gökyüzü, bütün haşmeti ile gözlerimizin önünde bir tefekkür kaynağı olarak yer alır. Öyle ki bu manzara bizim bayramlarda yaktığımız tenvirat aydınlatmasından veya havai fişek gösterilerinden daha muazzamdır.

Kur’an’da “Üstlerindeki göğe bakmazlar mı, onu nasıl bina edip süsledik…” ayeti insanın tefekkür için nazarlarını gökyüzüne çevirmesini istemektedir. Gerçekten de gökyüzü fevkalade güzel manzaraları bize sunmaktadır.

Her şeyden önce binlerce yıldız ve gök cismi onca süratine rağmen hiçbir uğultu ve velvele çıkarmıyor. Gayet derin bir sessizlik ve sükûnet içerisinde yollarına devam ediyor. Bir helikopter gemimize gelmişti de gürültüsü kulaklarımızı sağır edecekti. Hâlbuki dünyamızdan binlerce kat büyük ve mermi hızından elli hatta yüz kat hızlı hareket eden yıldızlar kulağımızı rahatsız edecek hiçbir gürültüyü çıkarmıyorlar.
Gökyüzüne bakıldığında mükemmel bir nizamın olduğu en inançsız kişinin bile inkâr edemeyeceği bir gerçektir. Mükemmel bir nizamın bulunması, gök cisimlerinin belirli bir düzen içerisinde hareket etmesi, Celal sahibi bir Sanatkârı ve Kemal sahibi bir kudreti gösterir. Gök cisimlerinin bu derece büyük ve hızlı olması yaratıcımız olan Allah’ın güç ve azametinin büyüklüğüne birer delildir.

Dünyamız bir “Mevlevi”nin hareketine benzer şekilde hem kendi etrafında hem de güneş etrafında dönmektedir. Bu dönüşü yaparken tıpkı bir Mevlevi gibi boynunu eğmektedir. Biliyorsunuz eliptik denilen bu eğim sayesinde mevsimler meydana gelmektedir. Her mevsim milyonlarca canlının dünyaya gelmesi ve bir kısım canlıların istirahata çekilmesi için önemli bir safhanın başlangıcıdır. Eğer mevsimler olmazsa dünyanın ekonomik düzeni dâhil birçok dengesi alt üst olacaktır.

Malumdur ki miladi takvim mevsimler üzerine bina edilmiştir. Hasat zamanı alınan vergileri düzenli bir hale getirmek üzere Vatikan’daki Papalık tarafından icat edilmiştir. Fakat dünyanın hareketindeki dakik nizam ve saniye şaşmayan düzeni başlangıçta anlaşılamadığı için, Papalık defalarca takvimi değiştirmek zorunda kalmıştır. En son kullanılan takvime göre, Şubat ayı dört yılda bir 29 gün yapılarak mevsimlere göre takvim meydana getirilmişti.

Müslümanların takvimi ise hasat zamanına göre belirlenmemiştir. Yine Kur’an’a göre, bin aydan hayırlı olan mübarek gün ve geceler gibi önemli günlerin doğru bir şekilde belirlenmesi üzerine hesaplanmıştır. Bunun için ise sema kubbesindeki Ay, her akşam başka bir görüntü sunarak Müslümanlara takvimcilik yaptırmaktadır.

Ay, öyle muntazam bir şekilde hareket etmektedir ki, bir saniye bile yolundan şaşmaz. Eğer şaşsaydı dünyadan görünmeyen yüzünü görmüş olacaktık. Fakat ne muntazam bir hareket ki sadece bir yüzünü görebiliyoruz. Zira kendi ekseni etrafındaki hareketi ile Dünya çevresindeki hareketi aynı sürededir. Yani bir günü ile bir yılı eşittir. Böylesine dakik bir hareketin tesadüfen olması mümkün müdür?

Sadece Ay değil, bütün gök cisimleri düzenli bir şekilde hareket etmektedir. Hatta onların bu düzeni sayesinde maceralı yolculuklara çıkan eski denizciler mevkilerini tayin etmişler, ıssız denizlerden kaybolmaktan kurtulmuşlardır.

Bugün bile kaptan olacak denizcilere astronomik seyir dersi verilir. Yıldızlara göre mevki koyamayan kaptan adayı ehliyetini alamaz. Bir zamanlar özel bir denizcilik okulunda astronomik seyir dersleri verdiğim için, bunun ne derece önemli bir konu olduğunu biliyorum.

Evet, nasıl ki bayramlarda sadece bizim donanmamız değil bütün dünyadaki askeri gemiler tenvirat yakarak kutlamalara iştirak eden insanlara adeta gülümserler. Aynen bunun gibi, her gece milyarlarca yıldız bizlere gülümseyerek bakmaktadır. Onların sanki bir tören geçişine benzeyen bu gösterilerini hiç olmazsa haftada bir iki gece seyredelim. Yıl boyunca –özellikle yazın- televizyon gibi insanı aptallaştıran bir aletin karşısında bulunmak yerine yıldızların altında tefekkür etmeye çalışalım, ne dersiniz?
Sözümüzü Peygamberimizin(asm) sözü ile noktalayalım: “Bir saat tefekkür bin yıllık nafile ibadetten hayırlıdır.”
© GencYaklasim.com

Şu Şubat'ın çektikleri





Geçtiğimiz ay, Müslümanlar dinimizde çok önemli bir yeri olan kurban bayramını kutladılar. Lakin bayram günü hakkında uyuşmazlık vardı. Ülkemizde ve bir kısım İslam ülkesinde 31 Aralık’ta bayram yaparken, birçok Arap ülkesinde ve Arabistan’da 30 Aralık’ta bayram yapıldı.
Cuma hutbesinde imam efendi, Müslümanların her konuda ve özellikle de takvim konusunda birlik ve beraberlik içinde bulunması için dua etti. Biz de cemaat olarak duaya iştirak ettik. Bu duamızın kabulüne vesile olması dileği ile yazımı takvim konusuna ayırmak istiyorum.
Biz Müslümanlar takvimlerimizi Kamere, yani Ay’a göre ayarlarız. Başta Avrupalılar olmak üzere birçok ülke ise Güneş’i esas alarak takvim yaparlar.
Güneş takviminin özelliği gereği mevsimler hep aynı zamana gelir. Bu sayede çok eski yıllardan beri vergiler hasat zamanında toplanabilmekte mevsim şartları dikkate alınarak planlamalar yapılmaktadır. Fakat yıldönümleri için belirli bir düzen olduğunu söyleyemeyiz. Zira miladi takvim yani güneşe göre düzenlenen takvim o kadar çok değiştirilmiştir ki, yıldönümlerinin aynı güneş yılı tarihine uygun olması mümkün değildir.
Bu değişikliklerin başlangıcı bir yılın 365 gün olmadığının farkına varılması ile olmuştur. Güneş yılının 365 gün 6 saat olması nedeni ile Şubat ayına dört yılda bir gün ilave edilerek çözüm bulunmaya çalışılmıştır.
Yanlışlığın farkına şu şekilde varılmıştır: Roma kilisesi vergi toplama döneminin kış aylarına rastlaması nedeni ile takvimde bir hata olduğunu anlamıştı. Başlangıçta 6 saatlik bir fark küçük olmakla birlikte yüzyıllar geçince zaman farkı 3–4 aya kadar varmıştı. Sonunda imparatorlar gibi sorunu çözdüler. Bu tarihte bir yıla ilave günler hatta aylar kattılar. O yıl sene 365 gün değil de yaklaşık 400 gün sürdü. Fakat hasat zamanı yaz aylarının sonuna denk gelmişti işte.
Roma imparatorları bu takvimle oynayabiliyordu. Mesela Sezar, adını verdiği aya bir gün ilave ederek 31 gün yapmıştı. İmparator Augustus, benim adımı verdiğim ay Sezar’ınkinden az olamaz benimki de 31 gün olsun deyince, Ağustos ayı da 31 gün oluvermişti. Kabak hep Şubat ayının başında patlıyordu. O zaman yılın son ayı olan Şubat ayından kesile kesile 28 gün kalmıştı. Neyse papazlar dört yılda bir olsa da bir gün ilave ediyorlardı.
Katolik kilisesinin yöntemleri ile bugünlere geldiğimiz miladi takvim işte böyle. Bu takvime göre yıldönümü, örneğin Hz İsa’nın doğum günü güneş yılı hesabı ile bulunamaz. Zira hem takvimle çok oynanmıştır, hem de bir yıl 365 gün 5 saat 48 dakika 46 saniyedir. Yıldönümleri ancak yaklaşık bir tarih denilebilir.
Fakat Müslümanlar kameri aylara göre takvimlerini düzenlerler. Kameri aylarda değişiklik olmaz. Zira Ay’ın hareket muntazamdır ve sabittir. Ayrıca çok kolay gözlem yapılarak takvim belirlenebilmektedir.
Bu hususu şöyle izah edebiliriz. Dünya Ay’ın sadece bir yüzünü görmektedir. Zira Ay’ın kendi ekseni etrafındaki dönüşü ile Dünya etrafındaki dönüşü aynı zamandır. 27 gün 7 saat 43 dakikada Ay’a göre, hem bir yıl, hem de bir gün olmaktadır.
Ne ilginçtir ki, Ay kendi ekseni etrafında bir saniye geç dönse veya dünya etrafında bir dakika fazla dönse görünmeyen yüzünü görme imkânımız olacak. Şu halde ancak Ay’a gönderilen uzay araçları ile bize görünmeyen yüzünün şeklini görebiliyoruz.
Elbette bunun bir hikmeti vardır. Biz hikmetinin anlaşılmasını astronomlara ve ilim adamlarına bırakıp takvim meselemize dönelim.
Kameri ya da hicri takvim Ay’ın dünyadan görünüş evrelerine göre düzenlenmiştir. Bir yıl 12 ay olup bir ay 29 gün 12 saat 43 dakikadır. Bu süreye Ay’ın evreleri de denir. Dilimizdeki ayın ondördü gibi parlak deyimi de bu husustan ileri gelir. Yani dolunay gecesine verilen addır.
Hicri takvimin ilk ayı Muharrem son ayı ise Zilhiccedir. Adı üstünde hicret edilen yıl ile başlanmıştır. 20 Ocak Cumartesi günü hicri yılbaşı olup 1428’e girmiş olacağız.
Hicri takvimin miladi takvimine göre üstünlüğünü yıldönümlerini nazara vererek açıklamaya çalışmıştık. Tekrar etmek gerekirse değişiklikler nedeni ile Hazreti İsa’nın doğum gününü belirlemenin neredeyse imkânsız olduğunu ifade etmiştik. Fakat kameri takvime göre Peygamber Efendimizin (asm) doğum gününü belirlemek çok kolaydır. R.evvel ayının 11. gecesi Mevlid kandilidir. Keza Kur’ân ayeti ile sabit olan 80 yıldan daha hayırlı Kadir gecesi Ramazan ayının 27. gecesidir.
Müslümanlar hasat zamanını ve mevsimsel şartları ikinci plana iterek mübarek gün ve geceleri esas almışlar ve hicri takvimi kullanmışlardır. Zira bu günlerin farkında olmamak büyük bir kayıp demektir.
Madem takvim önemlidir ve madem Cenab-ı Allah, Dünya, Güneş, Ay ve Gezegenleri bir nizam ile hareket ettiriyor, Müslümanlar neden ihtilafa düşüyor? Çözüm nasıl olabilir?
Bundan yıllarca önce Müslüman ülkeler toplantı yapmış takvim birliği ile ilgili temel değerler kabul edilmişti. Diyanet İşleri Başkanlığı da bu konuda hassas davranmış konusunda uzman değerli ilim adamları ile toplantılara katılmıştı. Halen de kılı kırk yararak takvim hazırlamakta ve alınan kararlara uygun davranmaktadır.
Bediüzzaman, kendisine sorulduğu zaman, Diyanet’in hazırladığı takvimi esas aldığı söylemiş ve uygulamıştır. Zamanın büyüğüne itimat ederek tartışmalardan çekinmeli, birlik ve beraberliği temin edecek şekilde hareket edilmesi gereklidir. Aksi halde uhuvvet ve kardeşlik duyguları zayıflamış olacaktır.
Bazı Arap ülkeleri ile takvim konusundaki ihtilafın nedeni ayın başlangıç gününün farklı anlaşılmasından kaynaklanıyor olabilir. Malum kameri aylar bir ay 30 gün bir ay 29 gün olarak belirlenmektedir. Teknolojideki gelişmeler sayesinde Ayın gözlenmesi kolaylaşmış hangi ayın 29 hangi ayın 30 gün çekeceği rahatlıkla anlaşılmıştır. Zaten matematikle saniyesine kadar hesaplanabilmektedir.
Denizcilerin astronomik seyir yapabilmesi için yüzyıllardır almanaklar hazırlanır, Güneşin, Ay ve yıldızların konumları önceden belirlenerek kitaplara yazılırdı. Bugün dahi gemilerde o yıla ait almanakların bulunması zorunludur.
Ben yıllar önce özel bir okulda “astronomik seyir” dersleri vermiştim. Bu nedenle konunun inceliklerini ve ne kadar muazzam bir düzen içinde yaşadığımızı meslektaşlarıma nazaran bir parça daha fazla idrak edebiliyorum. Evet, gerçekten de nizam o kadar dakiktir ki yıldızların mevkilerinden deniz ortasındaki yerimizi tesbit edip yolumuza devam edebiliyoruz. Eğer gelişigüzel ve tesadüfî hareketler olsaydı astronomik seyir uygulanamazdı.
İşte yıldız ve gezegenlerin bu kadar muntazam hareketleri nedeni ile hesaplama yönteminin kolaylığını anlamış olduk. Zaten Peygamber Efendimizin (asm) hesabî yöntemle mübarek gün ve gecelerin belirlenmesini ifade eden hadisler mevcuttur.
Suudi Arabistan’da bahşiş almak maksadı ile Ay’ı gördüğünü söyleyip daha sonra gerçek olmadığı anlaşıldığı için yeniden oruç tutturulduğuna yıllar önce tanık olmuştuk. Gözleme dayalı hesaba da cevaz verilmekle birlikte birlik ve beraberliği sağlamak için hesabi yönteme daha fazla itibar edilmesinin daha doğru olacağını düşünüyorum.
İnşallah, takvim konusunda Müslümanlar lüzumsuz olan inatlaşmayı bırakır ve aynı günde oruç tutmaya başlar, bayram namazını kılar. Mevcut durum bizleri gayrimüslimler nezdinde küçük düşürmektedir. Belki de fitne ile iş gören dessas Avrupalıların oyununa geliyoruz. Bu nedenle konferanslarda alınan kararlara uyarak birlik ve beraberliği temin etmeye çalışmak, her samimi Müslüman’ın görevi olsa gerektir.
© GencYaklasim.com